18 Ocak 2016 Pazartesi

FRANSA VE AZICIK BELÇİKA







Bir Cuma akşamı, iş sonrası Köln'e uçuyoruz. Kafam karışık... Normalde Cuma 
akşamları bu saatlerde haftanın yorgunluğu ile kanepeye yerleşen ben, uzun zamandır beklediğimiz yolculuğun başında olduğumuzu algılamakta biraz zorlanıyorum. Havaalanında bizi, Moskova yolculuğundaki sevgili takım arkadaşlarımız Tuncay ve Feride karşılıyor. Gece bol sohbet ve biraz uyku sonrası yola çıkmadan önce hemen yakınımızda, Bad Honef'deki Birkenstock Outlet'e uğruyor ve alışveriş yapıyoruz. Arkadaşlarımız Erpel'de yaşıyorlar. Daha önce Köln'de onları ziyaret ettiğimizde etrafı iyice gezmiş ve Almanya'nın bunca yıldır neden popüler turistik rotalardan olmadığına şaşırmıştık. Zira Unkel ya da arkadaşlarımızın yaşadığı Erpel'deki evler 1500'lü yıllardan kalma ve halen kullanılmakta. Ayrıca Almanya, biz Türkler için çalışmaya gidilen fabrika dolu bir ülke gibi görünse de son derece estetik ayrıntılarla dolu bir yer. 


Erpel, KÖLN

Erpel'e haksızlık ettiğimiz duygusuyla atlıyoruz arabaya ve vuruyoruz kendimizi yollara:)

FRANSA
STRAZBURG
İlk hedef yaklaşık 300 km ötedeki Strazburg. Fransa sınırı da zaten Strazburg'a çok yakın. Duyumlarımızın aksine, 1 hafta önce Paris'te yaşanan terör saldırısı ve ardından alınan güvenlik önlemlerine rağmen sınırı kolayca geçiyoruz. Yollar sonbahara inat yemyeşil çayırlar, rengarenk ağaçlarla dolu. Ibis Strazbourg ilk otelimiz. Tertemiz, aydınlık yüzüyle bizi karşılıyor. Vakit artık akşam. Hem yemek yemek hem de ön keşif için merkeze gidiyoruz. Nehir kenarına kurulu, UNESCO listesinde sakin bir şehir. Hava buz gibi; etraf, sıcacık görünümlü küçük restoran, bar ve kafelerle dolu. Kırmızı ekose masa örtülü AU BİSTROT adlı restoranımızın genç personeli, et yemekleri ve kırmızı şarabı harika... Sanki havada şarap kokusu var... Malum  Alsaz, şarap yolunun başındayız.
Mekan küçücük, masalar dolu... Yan masaya Patrick ve kız arkadaşı oturuyor. Kim demiş Fransızların burnu havada olur, hele de İngilizce konuşmaya gönülsüz olurlar diye... Yan masada kız arkadaşı ile yemek yiyen Patrick'in Bonn Appetit demesiyle  başlayan sohbet İstanbul'a davete kadar uzanıyor.


Ertesi sabah Patrick'in kız arkadaşının tavsiyesi ile meydandaki Notre Dame katedralinin hemen arkasında HOTEL SUİSSE'de kahvaltı ediyoruz. Mekan çok şık, kahvaltı da biz Türkleri memnun edecek kadar çeşitli.






Kahvaltının ardından NOTRE DAME KATEDRALİ ile başlıyoruz tura. 142 metre yüksekliğindeki bu katolik katedralinin 1015de başlayan yapımı 1439da tamamlanmışBu yıl 1000. yaşını kutluyor. Oldukça görkemli.

























Katedralin içindeki dev astrolojik saat 1574 yapımı ve hala işliyor.


Sonraki durağımız STRAZBURG TARİH MÜZESİ. Hem sergilenenler hem de sergileniş biçimi açısından güzel bir müze. Roma İmparatoru Augustus tarafından Ren nehri kenarına kurulmuş olan şehir, tarih boyunca Almanlar ve Fransızlar arasında el değiştirmiş; 1919'da Fransaya katılmış. 2. Dünya Savaşı sırasında bir süre Nazi işgalinde kalan şehirde, Fransızca konuşmak yasaklanmış ve tüm Fransızca kitaplar yakılmış. Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Parlamentosu burada ve o yüzden olsa gerek "Avrupa'nın Başkenti" unvanına sahip. Gutenberg matbaayı burada icat etmiş.

Müzenin hemen yakınından yarım saatte bir kalkan tekneler, nehir kenarına kurulmuş bu şehri görmek için iyi bir yöntem. Dağıtılan kulaklıklar aracılığıyla bilgilenmek de mümkün.  






Strazburg güzel evlerin diyarı. Bir de yeni yıl hazırlığı için süslenince bu evler, insan fotoğraf çekmeden duramıyor.






Belli ki Fransızlar da hamur işine düşkün. Yer gök Bretzel ve çeşit çeşit kek ve kurabiye. Ancak bretzelin 
bizim sevgili simitle kıyaslanması dahi mümkün değil.










COLMAR


Hava kararmaya yakın Colmar'a doğru yola çıkıyoruz. Hava çok soğuk. Şehir dışında ama yine tertemiz otelimiz ROİ DEL SOİL'e varıyoruz 82 km sonra. Telefonları biraz şarj ediyoruz, Colmar ile ilgili notlarımıza bakıyoruz ve Trip Advisor'ın önerdiği restoranlardan olan AU KOİFHUS'a gidiyoruz. Gerçekten çok hoş bir mekan. Alsaz bölgesi şarapları genelde beyaz olduğu için ve biz kırmızı istediğimiz için Munster peyniri soslu etimizin yanına güzel bir Bordo şarabı geliyor. Dışarısı buz gibi, içerisi sıcacık... Yemek güzel, yanında bol sohbet:) Yemekten sonra merkezdeki Noel Markt'ı geziyoruz. Her yerde süslemeler ve duman duman sıcak şarap...


Ertesi sabah Strazburg'daki kahvaltının benzerini bulmak istiyoruz. Colmar turistik bir yer olmasına rağmen dükkanlar 10 gibi açılıyor. Kafelerde kahvaltı için sandviç, kruvasan ya da krepten başka seçenek yok. Dünkü deneyimimizden yola çıkarak otel arıyoruz ve merkezde, katedralin hemen yakınında ST MARTİN OTEL'e giriveriyoruz. Yine Türk tipi bir açık büfe kahvaltı bizi bekliyor. 

Colmar 9. yüzyılda kurulmuş ve yine çok güzel korunmuş bir şehir. Evler Strazburg'dakilerden bile gözalıcı. Havada yeni yıl kokusu var. Şansımıza güneş de var. Keyifle, içimize sindire sindire dolaşıyoruz kah daracık sokaklarda, kah kanal boyunca.













Ren Nehrinin kolları üzerine kurulmuş bu şehir de, Fransız sınırları içinde yer aldığı halde Alman kültürünün izlerini taşıyor.


Petit Venice diye adlandırılan bölgede Romantik Hotel












Colmar'dan ayrılmadan önce şehrin girişindeki Özgürlük Anıtına da bir selam çakıyoruz. Meğerse Amerika'daki Özgürlük Heykeli'nin
heykeltıraşı Frederic Auguste Bartholdi Colmar'da doğmuş. 









Şimdi sırada Strazburg'da başlayan ve 170 km boyunca devam eden Alsaz şarap yolu üzerindeki 67 köyden Ribeauville ve Riquewihr'i görmeye.


Üzüm bağları kilometreler boyunca arabanın camından görünmeye devam ediyor.





Burada köyler bizim anladığımızdan çok farklı. Tertemiz, bakımlı ve özenle süslenmiş...

Bu bölge, 4 mevsim leyleklere mekan olmuş. Hava 4 derece ama leylekler bir yere gitmemiş.

Tüm çatılarda leyleklerin kolay yuva yapabilmesi için ahşaptan birer tabla var.
Riquewihr'deki JARDIN DE PAPILLION kelebeklerle dolu büyük bir çiçek serası ama biz gezemedik ne yazık ki. Baharda yeniden açılacakmış.

Köy sokaklarındaki yürüyüşten sonra 252 km ötedeki Dijon'a doğru yola çıkıyoruz.

DİJON

Dijon'da PREMIERE CLASSE DİJON otelinde kalıyoruz. Bildiğiniz konteynerin otele dönüştürülmüş hali. Eksik bir şey var mı? Yok! Temiz mi temiz ama banyonun duvarları bildiğiniz plastik:) Nasılsa bir gece kalacağız. Haydi şehri keşfe! Merkeze vardığımızda saat akşam 8 olmasına rağmen sokaklarda evsizlerden başka neredeyse kimse yok. Ama araba park edecek de yer yok! Nerede bu insanlar? Hava bu gece sanki daha da soğuk! Evsizleri ambulans benzeri bir araçla topluyorlar. Meydanın ortasında Paris'tekinin miniği bir tak ve yaşanan terör saldırısında hayatlarını kaybedenleri anmak üzere yanan mumlar.







Hareketli görünen, büyük bir restorana giriyoruz. L'EDİTO adında, basın konseptli bir yer.Dana Burgunyon çok lezzetli ama yanında servis edilen Tagliatelle için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yine harika bir grup genç insanın çalıştığı sıcacık bir mekan. Şarap tadımı yaparcasına bize tüm biralarından tattırıyorlar damak tadımıza uygun birayı bulana dek.












Ertesi sabah kahvaltı için merkeze indiğimizde, kahvaltı edecek otel bulamayınca PAUL adında pastane fırın karışımı bir dükkana giriyoruz. Burası 1889dan beri faaliyetini sürdüren, Fransa'nın pek çok şehrinde bulunan, makaronları ve ekmeğiyle ünlü bir pastane.
Çok da akılda kalmayacak peynirli sandviç ve kahveden sonra Dijon sokaklarına açılıyoruz. Eski ama bakımlı binalarla çevrili yine geniş meydanlı bir şehir. Gerçi Strazburg ve Colmar'dan sonra biraz asık yüzlü geliyor insana. 





Kaldırımda, üzerinde baykuş figürü olan madeni plakanın gösterdiği yöne giderseniz, kendinizi Dijon'un tarihi mekanlarında buluyorsunuz. Ama biz bugün halka karışalım istiyoruz. Önce, satıcılarının neredeyse tamamı yaşlı insanlar olan bit pazarını geziyor; EDMONT FOLLET'den Dijon hardalı alıyor ve içinde her türlü sebze ve meyvenin ve de her türlü deniz ürünün satıldığı pazarı geziyoruz. Sokaklarda Mahmut paşa işi orlon kazakların 50 Avroya satıldığını şaşkınlıkla görüyoruz.






,


İstikamet Paris. Mesafe 315 km. O yüzden yola çıkmak gerek.




PARİS
Paris'e yağmurlu bir akşam vakti varıyoruz ve bizi oldukça istabulvari
karşılıyor. Oldukça yoğun bir trafik ve İstanbul'dakilerden bile daha çılgın sürücüler... Otelimiz Paris'in 18. bölgesinde 7 katlı eski bir bina olan OTEL VİCTORİA. Asansörü yok Allahtan bizim odalar 2. katta. Eski bir otel ama neyse ki temiz ve odaları yenilenmiş. Paris'in merkezine gitmemiz gerekiyor oğlumuzun bir siparişi sebebiyle. Dükkanlar kapanmadan. Navigatör yetmeyince Paris halkıyla temasa geçiyoruz. Gayet yardımcılar. Üstelik daha terör saldırısının travmasını atlatmaya bile fırsat olmadan. Ama ne yazık ki hem sipariş edilen aleti bulamıyoruz hem de yemek yemek için yer bulsak da park sıkıntı olacağı için otelimizin bulunduğu bölgeye dönmeye karar veriyoruz. Bir de ne görelim? Gündüzki tayfa gitmiş, yerine her köşe başında bekleyen Afrikalı kızlar, onlara eşlik eden Afrikalı erkekler... İlk gördüğümüz yere kendimizi adeta atıyoruz. ALGERİA Cezayir lokantası. Formika masalarda oturup, halal sertifikalı döner yiyor ve Silifke ayranı içiyoruz. Fonda da banttan Kuran dinletisi. Paristeki ilk akşam yemeği unutulacak gibi değil:)

Neyse ki kahvaltı acımızı biraz dindiriyor. Kahvaltıyı ST REGİS adındaki bir kafede yapıyoruz. Tam bir Paris kafesi. Saint-Lousie Köprüsünün köşesinde.

 St-Lousie Köprüsünde bir hatıra fotoğrafının ardından köprü korkuluklarındaki kilit sayısına şaşırarak Seine Nehri boyunca yürüyoruz.
















EYFEL KULESİ'ne doğru yola çıkıyoruz. Yola çıkmadan önce, okuduğum tüm kaynaklar, Eyfel Kulesinin girişindeki muazzam kuyruklardan kaçınmak için online bilet alınmasını öneriyordu ama tahminimiz doğru çıktı ve biz gayet sakin bir ortamda en tepeye çıkmak üzere biletimizi aldık ve asansöre bindik. 
Eyfel Kulesi, Fransız Devriminin 100. yılı kutlamaları çerçevesinde düzenlenen EXPO 1889 Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa edilmiş ve 20 yıl kalması için izin alınmış 324 metre yüksekliğinde bir kule. Parisliler ve sanatçılar tarafından benimsenmeyen kule, iletişim için kullanılmaya başlanınca yerini sağlamlaştırmış. 

Yıllar önce, Eyfel Kulesinin halefi Ata Kule'ye çıkmıştım. Sıra Eyfel Kulesinde.
Yükseklikten sebep değişik bir hava akımının hissedildiği telle çevrili seyir terasında bir öpüşme noktası, minik bir şampanya büfesi ve kulenin mimarı Gustave Eiffel'in özel konuklarını misafir ettiği minik odası var. Ve de sonsuz bir Paris manzarası. Kuş bakışı bu olsa gerek.


 

Paris'teki süreyi, yaşanan terör saldırısından sonra şehirdeki ortamı kestiremediğimizden dolayı 1 güne indirdiğimiz için Louvre Müzesini bir sonraki gelişimize bırakıyoruz. Zaten Paris'e 2 gün de az... Onun yerine daha küçük ama çokça tavsiye edilen ORSAY MÜZESİ'ni geziyoruz. Orijinalinde bir gar binası olan müzede,çoğunlukla Fransız sanatına ait, 1848 - 1915 yıllarında arasında yaratılmış heykeller, resimler, mobilyalar ve fotoğraflar var. 





En çok etkilendiğim parçalardan bazıları






Müze kapanırken çıkıyoruz. St-Germain caddesinde methini duyduğumuz bir restorana gideceğiz ama önce cadde üstünde bir kafede oturup birer sıcak şarap içiyoruz. Hava soğuk ve yağmurlu, önümüzde akan bir akşam trafiği, insanlar, arabalar, ışıklar... Bu akşam yemeğini, LE PETİT ZİNC adlı şık bir restoranda yiyoruz. Dekorasyonundan, personeline özel bir yer. Uzun zamandır kendimi bu kadar özel hissettiğim bir yerde yemek yememiştim. Deniz ürünü sever kocamın da dikkatini çektiği üzere dışarıda bir mostra var ama burada tüm kabuklu deniz ürünleri büyük bir servis tabağıyla pişmemiş halde geliyor sofraya ve insanlar çerez yer gibi yumuluyorlar bu tabağa. Belki bir dahaki gelişimizde biz de cesaret ederiz böyle bir akşam yemeğine:)

Yemekten sonra meşhur cadde CHAMP-ELYSES var sırada. Bir ucunda Paris Tekerleği adlı dönme dolap diğer ucunda Zafer Takı olan dev bir cadde. Her yer ışık, süs ve marka. Ama beni en şaşırtan, bize gül satmaya çalışan Hintli genç adamın, Türk olduğumuzu anlayınca yanık bir sesle Yasin okumaya başlaması:))O kadar yoruluyorum ki otele dönerken yolda uyuyakalıyorum.
BELÇİKA
BRÜJ

Paris'ten erkenden ayrılıyoruz. İstikamet Belçika, Brüj. Bu yolculuk için araştırma yapmadan önce adını dahi bilmediğim bu şehri çok seveceğimi şimdiden hissediyorum. Yolumuzun üzerinde harika bir gökkuşağı bizi selamlıyor. 294 km sonra dar sokakları, eski ama güzel evleri olan şehre giriyoruz. HOTEL IBIS BRUGGE CENTRUM yine insana hoşgeldin diyen çehresiyle karşılıyor bizi diğer tüm İbis Oteller gibi. Şehre yürüme mesafesi. Odaya eşyalarımızı koyup atıyoruz kendimizi turist ve bisiklet tepesinde her yaştan Brüjlünün olduğu yollara. Turistin asla kaybedecek zamanı yoktur zira...


İlk durak, 11. yüzyıldan kalma eski şehir merkezine giderken yol üstünde göreceğiniz Onze Lieve Vrouwekerk Kilisesi. Oldukça yıpranmış kilisenin içi,restorasyonda. Michelangelo'nun İtalya dışında bulunan tek eseri "Meryem ve Çocuk İsa" heykeli 1504'de yapılmış ve Brüjlü bir tüccar tarafından satın alınarak, sonrasında da bu kiliseye bağışlanmış.

Sint-Janshospitaal, kilisenin hemen karşısında yüksek duvarların ardında birkaç binadan oluşan bir hastane kompleksi.800 yıllık bir tarihi var. Hacılara, yolculara ve hastalara mekan olmuş. İçinde hastane müzesi ve sanat galerileri var. Bahçesinin bir bölümünde şifalı otların yetiştirildiği bir bölüm var.


 


Brüj'de sokaklarda dolaşmak 
bile yeterli. Kanal boyunca yapılmış sevimli evler, fayton turları ya da kanalda tekne turları da oldukça doyurucu.
Evler, ah o evler! İstanbul'a dönmek hayli güç olacak bu görüntülere alıştıktan sonra...



Akşam yemeği için minik bir evden restorana dönüştürülmüş 'TFONTEİNTJE de yemek yemeğe karar veriyoruz. Yine harika bir garsonumuz var. Orta yaşlı, güzel İngilizce konuşan bir hanım. Sayesinde koca menüden en özel lezzetleri seçmeyi beceriyoruz. Ve güzel bir şişe beyaz şarap. Çünkü bu akşam deniz ürünleri ve balık var. Portakal soslu scampi (karides), balık çeşitleri veeeee midye yedik. Laf aramızda "İstanbul'a dönünce biz bu midye olmadan nasıl yaşayacağız?" durumu yok:)) Otele dönüşte sokaklar adeta sıcak şarap tütüyor. Sokaklarda insanlar, kahkaha, sohbet, aşk...


Sabah kahvaltıdan sonra Brüksel'e ayırmayı planladığımız süreyi Brüj'de geçirmeye karar veriyoruz. Keyifle tüm şehri arşınlıyoruz.













Benim kadar şekersever birini bile yıldıracak kadar çok şeker, çikolata dükkanı var. Brüj badem ezmesiyle de ün salmış ama buna karar verenler, eminim Cemilzade'den badem ezmesi yememiş:)




                       
Denizsever bir dörtlü olarak şehrin deniz kenarına gitmeden edemiyoruz. Gel-giti çok olan bir deniz belli ki... Deniz çoooook uzaklaşmış kıyıdan. Hele kışın pek de bir tadı yok. Nerede Ege ve Akdeniz! Ama Feride ve Tuncay romantik bir kumsal yürüyüşü yapıyorlar. Benden de onları fotoğraflaması.



Son akşamımız Brüksel'de geçiyor. Fransa'daki tür bir saldırı bekleniyor diye sokaklar elleri tetikte gezen polis ve asker dolu. Başka bir sefere bırakıyoruz Brüksel'i ve ertesi sabah yurda dönüş.

7 güne bol Fransa ve azıcık Almanya ve Belçika sığıyormuş demek ki! 
Bir sonraki yolculukta görüşmek dileğiyle...

İSVİÇRE

Yine bir Avrupa ülkesi ama işin içinde dağlar, göller, peynir ve çikolata var dedik ve çıktık yola. Bugün İsviçre olarak bilinen Helvetia&...