11 Nisan 2017 Salı

İSPANYA



İspanya'nın 19 özerk bölgesinden Endülüs'ü 1 yıl önce görmüş olan gezentiler bu kez Madrid-Valensiya-Barselona üçgenini keşfetmek üzere Barselona havaalanında buluşup çıktılar yola...

MADRİD 

Bu yolculuk boyunca yarı evimiz olacak arabamıza kurulup yağmurlu Barselona'yı geride bırakıp 312 km ötedeki Zaragoza'ya gidiyoruz. Zaragoza'ya akşam saatlerinde varıyoruz. Amaç, ilk hedefimiz olan Madrid'e giden yolu bölmek. Hem zaten biz gezentiyiz; gittiğimiz her yerden ayrı bir keyif alıyoruz.
Ertesi sabah zeytinsiz ve peynirsiz:) bir kahvaltının ardından ilk hedefimiz Madrid. 317 km yolumuz var. İspanya'nın bu bölgesinde de Fransa'daki gibi acımasız otoban ücretlerine maruz kalarak yolumuzu tamamlıyoruz ve  bavul indirmek için bile durması yasak sokağındaki ilk otelimiz Apartamentos Good Stay Prado'ya ulaşıyoruz. Güneş almayan, bitişik nizam binaların sıralandığı bir sokakta ama merkezi bir konumda. Bu iyi haber, zira arabamızı gelir gelmez yakındaki kapalı bir otoparka terk ediyoruz:) Tabanlara kuvvet. Yerleşme telaşına bile düşmeden çıkıyoruz Madrid sokaklarına. Karnımız aç, hemen önümüzde yenmezse olmazlardan bocadillo de calamares satan pub görünümlü bir mekan. Çok da içimize sinmese de burası Avrupa, bir şey olmaz deyip koca ekmeğin içine doldurulmuş kalamarları mideye indiriyoruz. Bizde tarator eşliğinde sunulan kalamarı tercih ederim, onca ekmeği yemenin alemi yok. 


Bocadillo de calamares

Karnımız tok artık, başlasın yürüyüş. Calle de Atocha boyunca yürüyoruz. Amacımız şehrin merkezine bir göz atmak ve akşama yaklaşan günün kalanında listeden hiç olmazsa bir noktayı ziyaret etmek. Haritamız Gran Via adlı alışveriş ve eğlence mekanlarını barındıran ünlü caddeyi gösteriyor. Ne yazık ki son yıllarda bu caddedeki pek çok sinema ve tiyatro salonunun da yerini büyük mağazalar almış. Yavaş yavaş akşam çöküyor ve ışıklandırılmış görkemli binalar daha da seyirlik hal alıyor. 







Akşam yemeği için Madrid'de önerebileceğimiz mekan, kendine özgü canlı ortamı, sevimli ve usta garsonları, balık çeşitleri ve enginarıyla La Plateria.


Sabah kahvesini Plaza Mayor'un 9 kapısından birinin  yakınındaki sevimli bir kafede içip yağmurlu Barselona'ya inat güneşli Madrid'in sıcaklığının tadını çıkarıyoruz. Feridun bizdekinin benzeri sandığı olan yaşlı bir amcaya ayakkabılarını boyatıyor.




Şu anda turistlerin uğrak noktası olan meydan, 1620'de III. Felipe döneminde açılmış. Görünen heykel de o zaten. Şehrin tarihindeki pek çok önemli olaya tanıklık etmiş meydan 50 000 kişi kapasiteli. Boğa güreşleri, dini törenler, halka açık yargılanmalar ve idamlar ve oyunlar için kullanılmış.



Plaza Mayor



Kocaları Spiderman'in elinden zor kurtardık:)

Meydanın bir diğer kapısından çıkıyoruz ve bugünün 2. durağı Mercado San Miguel. Bu pazar turları biz gezentilerin geleneği haline geldi. İlkini Dijonda gezmiştik. Ancak bu tam bir atıştırma cenneti. Her tür yiyeceğin küçük porsiyonlar halinde satıldığı pazar yerinde, şerbet satarmışcasına şarap satanlar var. Deniz ürünü ağırlıklı atıştırmalar yani tapaslar. Endülüsteki tapalar küçük tabaklarda servis edilirken buradakiler hep ekmek üzerinde. Kim demiş Türkler çok ekmek yer diye:)




Hamurişleri



Yunan:( baklavası



Zeytinler çok havalı ama tadları turşu:)



Her biri bir sanat eseri adeta





Bizim favorimiz, acı sosla tatlandırılmış ve büyük bir balığın etinin ince doğranmış hali olan GULAS. Kurtçuk görünümü sizi yanıltmasın. Gayet lezzetli.



İspanyol omleti 

İspanyol omleti olabilecek en yavan patatesli omlet.



Pazardan çıkıp yürüyerek Madrid Kraliyet Sarayı'na (El Palacio Real de Madrid) varıyoruz. Adı üstünde, saray... 18. yy'da şehrin yüksek bir noktasına yapılmış saray, kraliyet ailesinin resmi ikametgahı ama sadece devlet törenleri için kullanılıyor. Kraliyet ailesi, şehrin dışında daha mütevazi bir sarayda yaşıyor. 135.000 m2 yüzölçümü bulunan saray, bu bakımdan Avrupa'daki en büyük kraliyet sarayı olma özelliğini taşıyor ve 3.418 odası var.






Duvarları ipek kaplı salon
Saraydaki yürüyüşten yorgun, kendimizi Chocolateria San Gines'e atıyoruz. 1894den beri churros ve sıcak çikolata sunan bir kafe burası. Churros ne derseniz,yağda kızartılmış şu hamuru. Şekerli olmadığı için İspanyol usulü koyu kıvamlı sıcak çikolataya batırarak yiyorsunuz.


Chocolate con churros
Madrid'deki 2. günümüze dünyanın en önemli müzelerinden sayılan Prado Müzesi ile başlıyoruz. Burası dev bir resim heykel müzesi. Dünyaca ünlü İspanyol (Velazquez, Goya, El Greco) ve Hollandalı (Bosch, Rubens) ressamların eserlerinden başka hayranlık uyandırıcı heykeller, çizimler ve her tür sanat eserini görmek mümkün. Biz yarım günümüzü ayırmamıza rağmen gezemediğimiz yerler kaldı.


Müzenin kafesinde aç ve yorgun gezentiler


Gün akşama dönüyor. Bugünü, şehrin nefes aldığı El Retiro Park'taki yürüyüşle tamamlıyoruz. 15.000 ağaca ev sahipliği yapan 125 hektarlık bir park burası. İçindeki gölette insanlar sandala biniyor, kıyısındaki merdivenlere dizilmiş insanlar sokak müzisyenlerinin tadınını çıkarıyor. Bebekli anneler, ördekler, gençler, yaşlılar ve biz.






Brokoliye benzemiyorlar mı?





















VALENSİYA





Ertesi sabah Madrid'i geride bırakarak 355 km ötedeki 
Valensiya'ya varıyoruz. Apartamentos Plaza Picasso'da kalıyoruz.  Zevkle döşenmiş; 2 oda 1 salon kocaman mutfak ve banyosu olan süper 1 dairemiz var. Her zamanki gibi bavulumuzu içeri koyup hemen gezentiliğin hakkını vermeye çıkıyoruz sokaklara. Akşam yaklaşıyor. Hedef eski şehir ve akşam yemeği. Hafiften yağmur ciseliyor. Eski şehrin 
sokakları Endülüsteki sokakları andırıyor. İspanya paella ile ünlü ama paellanın anavatanının Valensiya olduğunu duymuştuk. O zaman bu akşam paellaya yiyeceğiz ama ayaküstü tapas yenen büfe tarzı bir yer denk geliyoruz. Tezgah, ne olduğunu anladığımız ve anlayamadığımız tapalarla dolu. hafif bir atıştırma niyetiyle oturduğumuz yerde çıtır enginar kızartması (yağlı ama lezzetli), patatas bravas (iri kuşbaşı doğranıp hafif kızartılmış patates kızartması:(


Çıtır enginar

Patatas bravas


Eski şehri saran surlar





Malum, İspanyollar akşam yemeğini geç yiyorlar.  Biz de bayağı İspanyoluz bu gece. Yağmur hızlanıyor ve bir kafeye sığınıyoruz. Restoranların açılacağı saati bekliyoruz. Ama beklediğimize değiyor. Otelden şehre yürürken yolda tesadüfen tanıştığımız ve yaşadığı kiliseye "Benim evim sizin de eviniz" diyerek bizi davet eden peder amcayla yeniden karşılaşıyoruz. Onun tavsiyesi üzerine El Rall adlı küçük, sevimli ama bir o kadar da popüler bir deniz ürünleri restoranına giriyoruz. Her tür deniz ürünü ve odun ateşinde pişmiş, sonunda dibini kazıyarak yediğiniz paella var. Tabii ki hakkını veriyoruz:)




Valensiya'da sabah oldu. Güneşli güzel bir gün. Kaldığımız apartmandan yürüme mesafesi uzaklığındaki Biopark'a gidiyoruz bugün. 10 hektarlık bir alanda 2008 yılında kurulmuş olan ve Afrika flora ve faunasına sahıp bu parkta 4000e yakın hayvan yaşıyor ve hayvanlar ziyaretçilerden kafeslerle değil gölet, dere ve kaya gibi doğal ayraçlarla ayrılmış. Benzerini Dubai'de gördüğüm bu tür parklar vahşi hayvanlarla insanları buluşturmanın en iyi yolu sanırım. Keyifle gezdik.





















Eski şehre geri dönüyoruz. Sevimli evler ve portakal ağaçlarıyle bezeli her yer. Yürüyüşün ardından Mercado Central'in hemen karşısındaki, dünkü tapacı Freiduria Boatella Tapas'a oturuyoruz. 




 Endülüste hiç karşılaşmadığımız bir baharatla tanıştık burada. Ahtapotun üzerine ekiyorlar. Adı pimenton de la Vera. Toplandıktan sonra 2 hafta tütsülenmiş olan bir kırmızı biberin toz hali. Gezenti Feridun da Malaga'da tanışıp o gün bu gündür hasretini çektiği navajaslarla buluştu yeniden. İspanya gerçekten de denizürünüseverler için tam bir cennet.






BARSELONA

Sırada 350 km ötedeki 3. şehir Barselona var. Dersimizi aldık. Paralı otobanlardan uzak duracak şekilde rotalar seçerek yolalıyoruz. Zira otoban geçişleri el yakıyor.








Yol boyunca enginar tarlaları ve turunçgil bahçeleri görüyoruz ve sonunda dayanamayıp bir mandalina bahçesine yanaşıyoruz. Ağaçlar insan boyunu aşmıyor ve yer gök mandalina. Madem onlar toplamıyor; biz toplayalım bari diyoruz ve yolculuğun kalanında sürekli mandalina yiyoruz:)

Barselona'daki ev sahibimiz bir gece önceden bizimle bağlantı kurdu. Barselona ve kalacağımız yerle ilgili detaylı bilgi aktardı ve yol boyunca da yaklaşıp yaklaşmadığımızı soracak kadar ilgili. Merakla tanışmayı bekliyoruz. Barcelona Urban Apartments daracık bir sokak üzerinde, dışarıdan eski görünen 3 katlı bir apartmanda. Ancak içi her tür ihtiyaç düşünülerek yenilenmiş, ütü tahtasından baba koltuğuna kadar her şeyin olduğu 2 oda bir salon bir daire. Balkona çıkıp bakınca yakınımızdaki minik meydana sahne kurulduğu ve ses kontrolü yapıldığını görünce bir etkinlik olduğunu anlıyoruz. Biraz dinlenip akşam yemeğine giderken bu yolculuk boyunca rastgeldiğimiz en sevimli ortamın tam da içine dalıyoruz. Barselona'da yaşayan Katalan öğrenciler önemli bir günü kutluyorlarmış meğer. Halk danslarını bu kadar iyi bilmeleri, Amerikan kaynaklı dans ve müzikten ötesini bilmeyen İstanbul'daki gençlerimizi üzülerek hatırlattı bana. Hiç unutmayacağım, hoş bir manzaraydı.




Arabamızı ev sahibimizin de önerisiyle yakındaki bir otoparka gecesi 25 avro gibi bir fiyata bıraktık. Diagonal metro durağı 500 metre ötemizde. Bir sonraki gün için keşif yapıyoruz; o arada Barselona'nın havalı caddelerinden Passeig de Gracia boyunca yürüyor ve Barselona'nın ünlü mimarı Gaudi'nin eserlerinden olan Casa Batllo ve Casa Mila'yı dışarıdan görüyoruz. Gaudi hem yaptığı işlere ardından da şehre imzasını atmış. Sıradışı, oyuncu, masalsı bir havası var tüm işlerinin.


Casa Mila

Casa Batllo



İlk akşam yemeğimiz, Gezentilerin Prag'da deneyip sevdiği Brezilya lokantalarından birinde. Buradakinin adı El Rodizio. Servis 20.00 de başlıyor. İlk müşteri biziz:) Prag'daki kadar memnun kalmasak da tapas yemekten sıkılanlara iyi ve ekonomik bir seçenek olabilir.




Barselona'daki 2. günümüz, giriş biletlerini daha önceden internetten aldığımız La Sagrada Familia Bazilikası ile başlıyor. Bilet almış olmamıza rağmen önce bilet saatimizdeki giriş saatini ardından da sesli rehber alabilmek için uzun kuyruklarda bekliyoruz. Barselona'nın herhalde en popüler turistik mekanı burası ama ününü fazlasıyla hakediyor. Zira bu bazilika dünyanın en ayrıntılı ve görkemli binalarından olsa gerek. Her bir noktası başka bir öykü anlatıyor ve mimarının 1926'da bir tramvayın altında kalarak can vermesi üzerine yarım kalmış ve inşasına hala devam ediliyor. 1882de yapımına başlanmış, Gaudi'nin şaheserinin içi de dışı kadar etkileyici. Güneş ışığının ve vitray camların, günün değişik saatlerinde yarattığı ışık oyunları Gaudi'nin dehasının örneklerinden sadece biri. 













Bugün günlerden Gaudi günü. Zaten bu şehir de Gaudi şehri. Göze çarpan tüm binaların neredeyse tamamı onun imzasını taşıyor. Metroya binip Park Güell'e doğru yola çıkıyoruz. Park şehrin yüksek bir noktasına yapılmış, dolayısıyla dimdik bir yokuşla çıkılıyor. Yokuş öyle dik ki sokakta yürüyen merdiven var.





Park Güell Kont Güell'in 60 evlik bir site projesi aslında. şehrin güzel manzaralı ve havadar bir noktasında 1900-1904 yılları arasında yapılmış. Sadece 2 ev tamamlanmış. Bunlardan birine kont taşınmış, diğeri de örnek ev olarak yapılmış. Ancak kontun varlığı bile Katalan sosyetesini buraya çekmeye yetmemiş. 1906-1926 yılları arasında Güell'in önerisi üzerine Gaudi bu evlerden birinde yaşıyor ve o ev şimdi müze olarak gezilebiliyor. Aslen çıplak bir tepe olan bu noktaya, her yeri neşeli mozaiklerle kaplı merdivelerle çıkılan dev bir balkon inşa edilmiş. Burası hem harika bir seyir terası hem de etkinlikler için bir mekan. Meydana bakan banklar dalga şeklinde yapılmış ve Gaudi'ye özel rengarenk mozaiklerle kaplı.




Gaudi'nin müze evi
















Ayaklara kara sular inmiş, karınlar gurulduyor ve biz methedilen bir tapacıya gideceğiz bu akşam. Adı Txapela, sadece tapa satıyor ama tapa benim için koca bir parça ekmeğin üstüne akla gelebilecek her tür malzemenin konmasından öte bir anlam taşımıyor. Çocukken beklenmedik misafirlere hazırlanan ekmek üstü kaşarın ya da sucuğun ispanyolcasını bilmiyorduk o zamanlar:) Meğer annem de bir tür tapacıymış. Aşağıdaki tabakta gördüğünüz her parça 2 ya da 3 avro... Fransa'daki tartar kadar olmasa da tapa da bana pek uymadı yani.



Evimize gidip kendi akşam yemeğimizi kendimiz hazırlıyoruz.


3. günümüzde de Barselona güneşle pırıl pırıl parlıyor. İlk hedef 512 metre yüksekliğindeki Tibidabo dağı. Tahmin edileceği gibi şehre tam bir kuş bakışı. Burada aynı adla anılan bir lunapark ve Sacrat Cor kilisesi var. 



 


















Yapımı 1902-1961 yılları arasında gerçekleşen kilise konumu, çepeçevre yerleştirilmiş 12 havari heykeli ve en üst noktadaki İsa heykeli ile oldukça görkemli. Önce asansör sonra da silindirik bir merdivenle en yüksek noktasına çıkabiliyorsunuz.



Lunapark mevsim sebebiyle henüz açık değil. Roller coasterler öyle yerlere yerleştirilmiş ki kendinizi şehrin üzerinde uçuyor hissetmeniz olası. Gerçi bunun, benim gibiler için hayali bile imkansız:)

Barselona'ya tepeden bir selam çakıp iniyoruz sahile. Burası La Barceloneta, yat limanının yakınlarındaki plaj. Geniş bir kumsalı ve kumsalın kenarında da kafeler ve restoranlar var. Yazın çok yoğun bir bölge olduğu kesin. Denizin kokusunu hissetmek, kumda yürümek gezentilere çok iyi geldi. La Barceloneta'yı unutulmaz kılan Carpe Diem Lounge Club. Dışarıdaki alanı keyifli ama benzerlerinden farklı değilken iç mekan gördüğüm en iyi dekorasyona sahip. Adından da anlaşılacağı üzerine spiritüel bir ortam yaratılmış. Buda heykelleri, tütsüler, localar. Görülesi bir mekan. Meditasyon arzusu uyandırıyor insanda:)




 


Artık son gün... Hala görülecekler var. Barselona'ya 2-3 gün daha ayrılabilirmiş diyerek sabah Poble Espanyol'a gidiyoruz. Burası 1929'da uluslararası bir sergi  amacıyla yapılmış, İspanya'yı farklı bölgelerinin binaları, yaşam stilleri, iş kollarıyla tanıtan bir açık hava mimari müzesi. 



Cam atelyeleri
Güzel balkonlar
Endülüs sokakları

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  Sırada bir pazar yeri daha var. Mercat de la Boqueria. Pazar kısmı çok farklı değil ama bizim Taksim büfeleri usulü yüksek taburelere tüneyip ortadaki açık mutfakta yemeğinizin hazırlanışını izleyebileceğiniz El Ramblero, harika deniz ürünü yiyebileceğiniz en iyi mekanlardan biri. Hareketi, yiyecekleri sunumu, servisteki hızlılık akılda kalan cinsten.







Karnımız doydu, son nokta ünlü La Rambla. Sağlı sollu mağazaların olduğu ama ortadaki geniş refüjün de yürüyüş yolu olarak tasarlandığı hoş bir cadde ama gezentilerin pek alışverişle arası yok. Son hediyelikler alınıyor ve bavullar hazırlanmak üzere eve dönülüyor.


Barselona'ya bizim sokaktaki belki de en otantik tapa barda, Raspall'da veda ediyoruz. 


                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 İlginç ama...
*Yaşlı hanımların çoğu kürk manto giyiyor.
*Kumaşçı ve yüncü dükkanları her yerde, oldukça eski görünümlü ama müşterileri bol.
*İspanyollar kızartma yapmayı beceremiyor:(
*Çok patates kullanıyorlar.
*Ortalık zeytinyağda kavrulmuş soğan kokuyor.
*Zeytinler artık kornişonlarla beraber turşu kavanozlarında.
*Şehirlerarası yol üstü tesisleri oldukça döküntü
*Parkomata para ödediğiniz halde dibinizde biten değnekçiler var.
*Barselona metrosu çok bakımsız ve sığ.
*Enginar çok bol.


İSVİÇRE

Yine bir Avrupa ülkesi ama işin içinde dağlar, göller, peynir ve çikolata var dedik ve çıktık yola. Bugün İsviçre olarak bilinen Helvetia&...