3 Kasım 2019 Pazar

LONDRA






İngilizceyi İngiliz bir öğretmenden öğrenmiş, 30 yıldır İngilizce öğretmiş ben, 2 kez İngiltere’ye gitmiş olduğum halde Londra’yı hiç gezmemiş olmam hep kafama takılmıştır. Mesleğimin ilk yıllarında kullandığımız tüm kitaplar İngiltere, Londra ve İngiliz kültürüyle o kadar doluydu ki yolculuk öncesi internetten bilgi toplarken, neredeyse göreceğimiz her şeye çok aşinaydım. Bu kez yalnızız ne yazık ki, gezentilerin diğer 2 üyesini tüm hafta boyunca andık.

Üç buçuk saatlik uçak yolculuğundan sonra Gatwick havaalanında bizi Kraliçenin dev fotoğrafı ve tabii ki yağmurlu bir Londra havası karşıladı. Bir de takımın diğer yarısının oğlu sevgili Murat. Murat ve eşi Taina ile South Bank’de şık bir restoranda Thames nehri manzarasına nazır öğlen yemeği yedik. Restoranda katlı kurabiye tabaklarında servis edilen minik kurabiyeler ve kanepeler eşliğinde meşhur 5 çayı geleneğini sürdüren pek çok kişiye rastladık. Her ne kadar İngilizler çay demleme konusunda sınıfta kalsalar da bizim kültürümüze bile etki etmiş 5 çayı faslı demek hala sürüyor.

Yemekten sonra Londra’daki yabancı nüfusun hızla artmakta olduğundan dertli Pakistanlı bir taksi şoförü ile evimiz Trinity House Hotel’e vardık. Walthamstow yabancı nüfusun özellikle Türklerin yaşadığını duyduğumuz bir semtti ancak biz Türklerden başka her milletten insanla karşılaştık. 3 katlı bitişik düzende dizili evlerden bizimkisi de. Gerçek bir mahalle burası. İçi yenilenmiş binanın aslında eski olduğu, dolaşırken zeminden gelen ahşap zemin çıtırtılarından belli.
Yerleşme ve kısa bir çevre keşif yürüyüşü sonrası Walthamstow merkezindeki The Chequers Pub’ta ilk akşam yemeğimizi yedik. Her şey çok tanıdık. Tabakta “fish and chips” bardakta “a pint of lager”.

1. GÜN


Bugün günlerden Pazar. Hyde Park’ta Speaker’s Corner’ın aktif olduğu gün. O yüzden biz de Londra turuna Doğa Tarihi Müzesi'nin ve parkın bulunduğu bölgeden başlıyoruz.

DOĞA TARİHİ MÜZESİ
Sir Richard Owen adlı doğabilimci, ünlü doktor, Sir Hans Sloane’nin dünyanın çeşitli yerlerinden topladığı doğanın tarihini örnekleyen koleksiyonuna, kendi dinazor bulgularını da ekledi ve bu zengin koleksiyon için 1881'de bugünkü binanın yapılmasını sağladı. 19. Yüzyılın ortalarında müzeler sadece varlıklı insanların gezebileceği kadar pahalı yerlerdi ancak Owen herkesin gezebilmesi için bu müzenin girişinin ücretsiz olmasını sağladı. Şu anda da Londra’daki tüm devlet müzelerine giriş ücretsiz. İçi ve dışı doğanın, dünyanın ve insanın tarihiyle incelikle bezenmiş bu müze Owen’ın tabiriyle “doğanın katedrali”.

HYDE PARK

Adını neredeyse bilmeyenin olmadığı Hyde Park müzeye yürüme mesafesinde. 1637'de halka açılana dek kraliyetin av alanı olan park pek çok tarihi olaya ev sahipliği yapmış. Güneşli bir havada tadına doyum olmayacağı kesin olan park, beni dev ağaçları, bahar çiçekleri, cana yakın sincaplarıyla büyüledi. Ama iki sebepten dolayı sanırım Hyde Park'ı hep hatırlayacağım. 





 Bunlardan biri belki de dünyanın en sevilen kraliyet ailesi üyesi Preses Diana için yapılmış olan anıt. Çember şeklinde bir su kanalı bu anıt. Kimi yerlerinde su hızlıca akıyor, kimi yerlerinde adeta kaynarcasına hareketli oluyor. İnişler var, çıkışlar var. Ve sonunda hareketsiz bir şekilde gölleniyor. Diana'nın yaşamının değişik evrelerini sembolize eden bu anıt çok anlamlıydı.



Parkın kuzey doğu ucunda, dünyada konuşma özgülüğünün sembolü haline gelmiş olan Speaker's Corner var. 1196'da başlayıp 600 yıl boyunca idam cezalarının infaz edildiği ve Londra'lıların bilet alarak ahşap platformlarda oturup infazları izlediği bir bölge burası. İnfazdan önce herkesin bir son söz hakkı var malum. Bu bazen bir protesto, bazen itiraf ya da son bir mesaj geride kalanlara... Bu gelenek zamanla şekillenerek, tarih boyunca Karl Marx, Lenin ve George Orwell gibi ünlü isimlerin de konuşma yaptığı köşede tek ihtiyacınız olan hafif bir yükselti ve dinleyiciniz olmasa da konuşma motivasyonu. Burası Pazar günleri aktif, oldukça kalabalık, polisler var ama sadece izliyorlar ve güvenliği sağlamak için oradalar. Biz oradayken konuşmacıların çoğu İsa peygamberden mesajlar vermekteydi.

Marble Arch
Hyde Park’tan çıkınca karşınızda Marble Arch, Napolyon Savaşlarında İngilizlerin kazandığı zaferler adına yapılmış bir zafer takı. Aslında Buckingham Sarayı’nın genişletilmesi çalışmalarının yapıldığı 1833 yılında saraya ana giriş kapısı olmak üzere planlandığı halde, planlandığından dar yapıldığı için  giriş kapısı olmasından vazgeçilmiş ve şu an bulunduğu meydana, Hyde Park’a giriş kapılarından biri olarak yerleştirilmiş. Ancak Londra yollarını genişletme gereksinimi doğunca parktan da ayrılmış ve yollarla çevrili minik bir meydana dönüşmüş. İnfazların gerçekleştirildiği meydan asıl burası.

PICCADILLY CIRCUS


1819’da Regent Street’i  Piccadilly ile bağlamak amacıyla yapılmış olan meydan, adını 17 yüzyılda burada dükkanı olan ve picadil diye adlandırılan dantel yakalarıyla ünlü terziden ve Latince daire anlamına gelen circus sözcüğünden alıyor. Son derece hareketli, kıpır kıpır bir meydan. Bir deyişe göre Piccadilly Circus’da yeteri kadar uzun kalırsanız dünyadaki tüm insanların önünüzden geçeceği düşünülüyor. Meydandaki bronze fıskiye  İngiltere’deki çocuk işçilerin şartlarını iyileştiren, baca temizliğinde küçük erkek çocukların kullanılmasını yasaklayan ve eğitim sisteminde yenilikler yapan Lord Shaftesbury anısına 1892’de yapılmış ve üzerine Londra’nın belki de en ünlü heykeli Eros yerleştirilmiş. Ama bilinenin aksine bu Eros’un ikiz kardeşi Anteros. Meydanda Beatles şarkıları söyleyen İskoç etekli gitarcıya eşlik ettik, dev ekranlarda THY reklamı görünce gururlandık ve Haymarket Caddesinden Trafalgar Square'e  doğru yürüdük.

TRAFALGAR MEYDANI



Trafalgar Meydanı Londra’nın en büyük meydanı. Haliyle pek çok kutlama ve protesto gösterisine ev sahipliği yapmış. Kültürel ve tarihi açıdan değerli anıtların bulunduğu meydana bakan National Gallery’i de önemli noktalardan. Meydanın sembolü sayılabilecek sütunun üzerinde heykeli bulunan Nelson, 1805’de Napolyon ordularına karşı Trafalgar deniz savaşında büyük bir zafer kazanmış.

Akşam çöküyor, biz hala yürümeye ve keşfetmeye devam ediyoruz. Adı çok bildik olan pek çok mekanın önünden geçiyoruz.


Odeon Sineması


Hipodrom Kumarhanesi
Çin Mahallesi

2. GÜN

BUCKINGHAM SARAYI MUHAFIZ DEĞİŞİMİ



Yine yağmurlu bir Londra günü. İlk hedefimiz Buckingham Sarayı. Ama biz kraliçeyi değil, muhafızlarının görev değişimi törenini izlemeye gidiyoruz. İnternetten saatini önceden kontrol etmeniz öneriliyor. 

 Önce Wellington Kışlasından görevi devralmaya gelen muhafızların atlarının nal sesleri dolduruyor meydanı. Görevi devredecek ekip de St James Sarayından geliyorlar. Tüm bu geliş gidişe de bando eşlik ediyor. Muhafızlar yine o kadar iyi bildiğimiz bir Londra sembolü ki sanki bir broşürün sayfalarını çeviriyorum. 2 ekip sarayın önünde buluşuyor ve eski ekibin başı sarayın anahtarını yeni ekibin başına teslim ediyor. Alkış, kıyamet tabii ki. 


ST JAMES PARK



Tören bitiminde sarayın önündeki St James Park’ın içinden keyifli bir yürüyüş başlıyor diğer pek çok izleyiciyle birlikte. Bu arazi 13. yüzyıl öncesinde bir bataklıkmış; sonrasında bir cüzzam hastanesi yapılmış buraya. Park adını bu hastaneden alıyor. Zaman içinde pek çok kral ve kraliçenin katkısıyla bugünkü halini almış olan park, benim aklımda güzel çiçekleri ve cana yakın sincaplarıyla kalacak hep.



Thames kıyısına doğru yürüyoruz ve yemek için çok hoş bir pub buluyoruz. The Red Lion tüm klasik eşlikçileriyle sunuyor fish&chips'i.



BIG BEN
Big Ben ve biz. Bilmem durumu anlatmaya gerek var mı? Big Ben 2020'de tamamlanacak bir restorasyon çalışmasında. 
İlginç detaylar
*Big Ben aslında saat kulesinin değil, en büyük çanının adı.
*Şehrin sembollerinden biri olan saat kulesinin içi ancak Londra’da yaşayanlara açık.
*Big Ben birkaç kez hava sıcak ya da soğuk olduğu için çalışmasına ara vermiş. Bir de Churchill’in cenazesi sırasında susturulmuş.
*Yenilenme çalışmaları sayesinde Big Ben ilk kez tuvalete kavuşacak.
*Kadranın altında "Tanrı Kraliçemiz I. Viktorya'yı korusun." yazıyormuş.



Önde Feridun, arkada Westminster Sarayı (Parlamento Binası)
Nihayet Thames nehriyle buluştuk. Gördüğümüz tüm Avrupa şehirlerindeki manzarayla aynı. Bir İstanbulluyu böyle bir nehirle etkilemek biraz güç:) Westminster Köprüsünden karşı kıyıya geçerek Southwark Köprüsüne dek güzel bir nehir kenarı yürüyüşü yapıyoruz. Sokak müziği, sihirbazlık gösterileri, kitapçılar, hediyelik eşya satanlar... turist olmanın bu telaşsızlığı ne güzel...





3. GÜN

FORTNUM & MASON

Büyük buluşma
Bu yolculuk sebebiyle, ülkesine geri döndüğü için çoktandır görmediğimiz bir eski dostumuz, Heather'la buluşuyoruz bugün ve sayesinde hem güzel bir sabah kahvesi içiyoruz hem de kuruluşu 1705 olan bir pastaneyi görmüş oluyoruz. St James pazarında küçük bir dükkanı olan Mason ile girişimci ve Kraliçe Anne'in ev halkına tedarikçilik yapan Fortnum'un buluşmasıyla kurulmuş bir sebze-meyve dükkanı aslında Fortnum & Mason. Ama zaman içinde büyümüş, kaliteli yiyeceğin, estetiğin ve zarafetin adresi olmuş. F&M etiketli bir piknik sepeti görürseniz bilin ki buradan. Çünkü kendine özgü çay çeşitleri, sepetleri, kurabiyeleri, porselen yemek takımları, her biri bir sanat eseri çikolatadan yapılmış paskalya yumurtaları gibi pek çok ürün satılıyor burada. Üst kattaki kafede de bizim gibi sabah kahvesi ya da geleneksel 5 çayı içebilirsiniz. Paskalya zamanına özgü, mayalı ve az şekerli hamurdan yapılmış, üzerinde artı bulunan "hot cross bun"ı da Heather'ın tavsiyesiyle denedik ve çok sevdik.
Burada kahve böyle içilir. Ne de olsa F&M:)
her yer yumurta



BUBBA GUP SHRIMP CO.
Piccadilly'deki bir hatırlanası mekan da Bubba Gump Shrimp Co. Eğer benim gibi  bir Forrest Gumpseverseniz, Bubba anısına Forrest'ın açtığı zincir karides restoranlarından biri olan :) bu güzel mekanda filmle ilgili pek çok detay bulacak, içiniz sımsıcak olacak, hatta Forrest'ın filmde hayat hikayesini anlatırken oturduğu banka oturup, bir de üstelik ayakkabılarını giyip fotoğraf bile çektireceksiniz. Menüdeki her şey karidesli. Tam Bubba'nın hayalini kurduğu gibi...
















THE NATIONAL GALLERY




1824'de İngiliz Hükümetinin satın aldığı 38 tabloluk koleksiyonla açılan sanat müzesi şu anda 2000 tabloluk koleksiyonuyla Avrupa resim sanatının en iyi örneklerini barındırmakla ünlü.

Joseph Wright'ın tablosundaki ışığın büyüleyiciliği

Bu bir Van Gogh






National Gallery'i gezmek için bir tam gün lazım en az. Biz sadece ortamı soluduk desek yeri var. Kapanış saatiyle birlikte Covent Garden'a doğru yola çıkıyoruz.


COVENT GARDEN

1500'lü yıllarda Westminster Manastırının keşişlerinin sebze bahçesi olan Covent Garden zaman içinde pek çok şekle bürünmüş. gündüzleri pazar yerinden, aristokratların geceleri tiyatro oyunları izlediği bir merkeze sonrasında aristokratların uzaklaşmasıyla işçi sınıfının uğrak noktası olan, kahvehanelerde hayat kadınlarıyla buluşulan, sonrasında politik konuşmaların, seçimlerin yapıldığı bir yere dönüşmüş. Şu anki hali el işlerinin, gurme yiyeceklerin satıldığı güzel bir market. Eski günlerini anarcasına, ortadaki meydanda bir trio harika müzik yapıyordu.  



Akşam yemeğinde Çin Mahallesinde ördek ve "zencefilli cızırdayan kuzu eti" yiyoruz. Şiddetle tavsiye olunur.



4. GÜN

BRİTANYA MÜZESİ




Ön yüzünde 14 metre yüksekliğinde 44 kolonun bulunduğu Grek tapınağı görünümlü müze dünyanın ilk ulusal halk müzesi ve dünyanın en çok ziyaret edilen 2. sanat müzesi. Müze halkın ziyaretine 1759’da açılmış ve koleksiyonundaki yaklaşık 8 milyon objenin sadece %10’u sergileniyor. Yılda 7 milyon kişi tarafından ziyaret ediliyor. 

Buraya kadar her şey hayranlık uyandırıcı. Ancak müze, ait oldukları topraklara dönmeyi bekleyen objelerle dolu. Avrupa ülkeleri, medeni olduklarını, sanata ve kültüre değer verdiklerini iddia ederken, bu tablo oldukça ironik.







Türkiye'nin çeşitli noktalarından sökülüp getirilmiş güzelim mozaikler:(

CAMDEN TOWN

Londra'nın en çılgın semtine merhaba! Kanal kenarında kurulmuş bu semtte her yer pazar, yiyecek-içecek mekanı, insan, bir de Amy Winehouse. "Oyun bahçem" diye tanımladığı semt tam da onun sıradışılığını andırıyor. 


Güneşli bir Londra günü... Kanal boyunca yürüyüş yapıp sonra harika bir fajita yiyoruz:) İnsan Camden'da güneşe karşı yayılıp gün boyu sağa sola bakıp tembellik yapabilir. Ya da Eminönüvari tezgahları kurcalayabilir. Gecesini hayal edemiyorum ama eminim içkinin ve müziğin dibine vuruluyordur.








Bugünün son durağı, Büyük Londra Yangınının başladığı noktada, Pudding Lane'deki anıt. Kurak geçen 1666 yazı, Londra'nın ahşap evlerini kolayca yanabilecek kadar kurutmuşken, Londra sıkışık yerleşimi ve atlar için her evin ahırında bulunan saman balyaları sebebiyle yangına davetiye çıkarılan bir şehir durumundayken bir gece tam da bu anıtın bulunduğu yerdeki bir fırında çıkan yangın, 3 gün boyunca söndürülemiyor. İşin kötüsü o yıllarda Londra'da teşkilatlı bir itfaiye yok. 13200 evin, 87 bölge kilisesinin, St Paul Katedrali gibi Ortaçağdan kalma anıtsal binaların yandığı yangının söndürülebilmesi için bazı evler barutla havaya uçurulmuş, dönemin kralı 2. Charles bile yangını söndürmeye katkıda bulunmuş. 


5. GÜN

Gezeceğimiz tüm şehirlerin çevresindeki köylere de bakarım mutlaka. Bu benim "dağlar kızı Reyhan" modum:)Londra çevresine bakarken ne göreyim! İngiltere'nin en güzel köylerinden bazıları Londra yakınında. Hemen bir günübirlik tur satın alıyoruz ve içinde biz hariç neredeyse herkesin uzak doğulu olduğu bir tur otobüsüyle çıkıyoruz yola. Gezeceğimiz köylerin olduğu bölgenin adı Cotswolds. 12. yüzyıldan bir deyişin söylediğine göre "Avrupa'nın en iyi yünü İngiltere'de, İngiltere'deki en iyi yün de Cotswolds'da bulunur." 
İlk köyümüz miniminnacık Bibury. Kırı bayırı hep sevmişimdir ama böyle güzel köy sanırım ilk kez görüyorum. Ortasında sakince akan deresi, yöreye özgü kireç taşından yapılmış minik evleri, tertemiz çiçekli bahçeleriyle unutulmaz manzaralar sunuyor burası.




İkinci köyümüz Cotswolds'un Venediği Bourton-on-Water. Windrush Nehri üzerine kurulmuş köy, yine yemyeşil, dokuyu bozan bina hiç yok. Nehrin üzerindeki köprüler sayesinde her iki tarafa da kolayca ulaşılabiliyor.






Köyler arasındaki yol manzaraları da en az köyler kadar güzel.


ANNE HATHAWAY'İN EVİ

Anne Hathaway, Shakespeare'in 18 yaşında evlendiği 26 yaşında bir kadın. Apar topar alınan bu evlilik kararına Anne'nin hamile olmasının sebep olduğu düşünülüyor çünkü 16. yüzyıl İngiltere'sinde evlilik dışı çocuk sahibi olmak kabul görmeyen bir durum. Varlıklı bir çiftçinin sekiz çocuğunun en büyüğü olan Anne'nin baba evi Stratford yakınındaki Shottrey'de.





Ailenin varlıklı olduğunun önemli bir göstergesi evdeki bu yataklar çünkü o dönemde bir ailenin sahip olabileceği en pahalı mobilya yatakmış.

STRATFORD-UPON-AVON

İngiliz Edebiyatı okumuş herkes sanırım Shakespeare'in Stratford-Upon-Avon'da doğduğunu bilir. Biz şimdi tam da oradayız ve Shakespeare'in doğduğu evi geziyoruz. Ünlü yazar evlendikten sonra eşini de baba evine getirmiş ve 5 yıl burada hep birlikte yaşamışlar. 


 Shakespeare bu yatakta doğmuş.





Londra'ya giden herkesin yapması gereken bu doğa ve tarih dolu günübirlik tur sonrasında Londra'daki evimize dönüyor ve ertesi günü yurda dönüş hazırlığına başlıyoruz. Şu ana dek seyahat ettiğimiz ülkeler arasında kendimi en çok evdeymiş gibi hissettiğim yer, ortak yaşanmışlıklarımız ve insanlarla yakınlaşmamız sebebiyle Yunanistan idi. Londra ise ülkenin anadilini bilmenin verdiği konforu yaşattı bize. İnsanın metroda karşısında oturanın okuduğu gazetede ne yazdığını anlayabilmesi keyifli idi. Tekrar tekrar gelsek bitiremeyeceğimizi bilerek ayrıldık Londra'dan.



Notlar:
*Restoranda musluk suyu isteyebiliyorsunuz. O durumda suya daha az ücret ödüyorsunuz.
*Otobüs duraklarının bazılarının yola bakan tarafı değil arkası açık. Yani, yola bakarak bekleyen yolcu yola camın arkasından bakıyor.
*Yolun iki tarafındaki otobüs duraklarının adları farklı.
*Oyster kart metro ve otobüs kullanacaklara müthiş bir kolaylık.
*Otobüs ve metro çok hızlı.
*İngilizlerin de kabul ettiği gibi gerçekten zayıf bir mutfak kültürü var.
*Tüm devlet müzeleri devasa ve giriş ücretsiz.
*Tüm büyük parklar Kraliyet ailesine ait. Parklardaki kuğu ve ördek türü hayvanlar Kraliçenin koruması altında. Besleyebilirsiniz ama avlamak asla!

İSVİÇRE

Yine bir Avrupa ülkesi ama işin içinde dağlar, göller, peynir ve çikolata var dedik ve çıktık yola. Bugün İsviçre olarak bilinen Helvetia&...