27 Ocak 2020 Pazartesi

İSVİÇRE



Yine bir Avrupa ülkesi ama işin içinde dağlar, göller, peynir ve çikolata var dedik ve çıktık yola. Bugün İsviçre olarak bilinen Helvetia'da, MÖ 58 yılında Kelt kabileleri Roma İmparatorluğuna yenilince, ülke, 500 yıl boyunca imparatorluğun bir parçası olmuş. Sonrasında Almanların ve Fransızların da yönetimine girmiş olan İsviçre, 1. ve 2. Dünya Savaşlarında tarafsız kalmasıyla ve dünyanın her yerinden devlet adamlarının açtığı sırdaş hesaplarla akılda kalıyor. Ama benim aklımda farklı bir yer tutacak bundan sonra. Çocukluğumun unutulmaz çizgi film kahramanı Heidi ve onun gibi bir sebeple anne babalarını kaybetmiş çocukları, çiftliklere işçi olarak kiraya vermiş, bu çocukların yaşadığı kötü koşulları, ağır işi ve uğradıkları tacizi 1974 yılına dek görmezden gelmiş ülke İsviçre. 26 kantondan oluşuyor. Çoğunluğun konuştuğu dil Almanca, güneyde Fransızca ve İtalyanca da konuşulan bölgeler var.

BASEL

Gezentiler Basel havaalanında buluşup, otele bir uğrayıp, eski şehir merkezine gitmek üzere otobüse biniyor. Genel olarak her şeyin pahalı olmasıyla bilinen İsviçre'de tüm Avrupa şehirlerinde olduğu gibi merkeze arabayla gitmek pek önerilmiyor. Tüm oteller ücretsiz toplu taşımadan yararlanmak için, müşterilerine misafir kartı veriyorlar. Toplu taşıma çok kullanışlı ve hızlı. Merkezde ilk durağımız Rathaus yani Belediye binası. Marktplatz'ın en dikkat çekici binası kırmızı kum taşından yapılmış ve renkli figürlerle süslü belediye binası, 500 yaşında ve halen aynı amaçla kullanılmakta. Avlusunda müzik yapan 2 genç en az bina kadar güzeldi. 









Şehir doludizgin noel hazırlığında. Meydanda sokak tezgahlarında İtalya'dan peynirler ve zeytinler var ama her şey çok PAHALI:) Yürüyerek Mittlere Rheinbrücke yani Orta Köprü'ye ulaşıyoruz. 1226 yılında yapılmış olan köprü ren Nehri üzerinde yapılmış ilk köprü olmasıyla biliniyor. Yavaşça karanlığın çöktüğü Basel'de hava çok soğuk. Duyduk ki Basel'de pazar günleri açık kafe bile bulmak zormuş, biz de Basel'in sokaklarında uzun uzun yürüyor, tesadüfen bulduğumuz 

Crocodillo adında güzel bir pizacıda yemek yiyoruz.                                                            

RHİNEFALLS


Basel'den 131 km ötedeki Rhinefalls, Avrupa'nın en geniş ve en güçlü şelalesine gidiyoruz. 23 metre yüksekliğinde ve 150 metre genişliğindeki bu şelaleyi yılan balıkları hariç hiç bir balık tırmanamıyor. 








Şelalenin çevresindeki yürüyüş yolu boyunca yürünebiliyor. Her nokta fotoğraflanası ayrı güzel pek çok manzara sunuyor.



ZÜRİH

Benim için İsviçre'deki şehirlerden adını en çok duyduğum Zürih şelaleden 47 km ötede. Vision Apartments adlı dev ve modern bir binada çok konforlu dairelerde kalıyoruz bu kez. Zürih Limmat Nehrinin Zürih Gölüne döküldüğü noktaya kurulmuş aydınlık yüzlü bir şehir.





Nehir boyunca Linden Hoff'a doğru yürüyoruz önce. 4. yüzyılda Roma döneminde bir kalenin olduğu nokta, eski şehre ve nehre tepeden bakıyor. Zürih'in tarihindeki önemli pek çok olaya sahne olmuş ve şu anda dev ağaçların olduğu sakin bir park. Hareketli şehirde bir vaha olarak adlandırılıyor.






Zürih büyük bir şehir ama aynı zamanda çok da huzurlu. Şansımıza güneşli bir hava var ve bize harika fotoğraf imkanı veriyor.



10. yüzyılda yapılmış olan Su Kilisesi (Wasserkirsche) nehrin hemen kenarında ancak açık olmadığı için sadece dışarıdan fotoğrafladık.





Augustinergasse, Zürih'in en bilinen eski sokaklarından. Noel süslemeleri için canla başla uğraşılıyor burada da.


Augustinergasse







Tüm Avrupa şehirleri nehir kenarında ama martıları hiç buradaki kadar farketmemiştim. Hatta elimle besleme aynı zamanda da fotoğraflama şansını buldum. benim için unutulmaz bir deneyimdi.










Sokakları çiçekli bir şehir Zürih:)

Limmat Nehri kıyısı yürüyüşümüz son köprü Qual Köprüsünde son buluyor. Bu nokta nehrin Zürih Gölü'ne açıldığı yer ve tam da orada Grek mitolojisinden Ganymed, kartal şeklinde görünen Zeus'a, kendisini yanına, gökyüzüne alması için yalvarıyor.

Zürih sayfasını kapatmadan kaldığımız yeri penceresinden görünen manzarayı paylaşmadan edemeyeceğim.



LUZERN

Zürih Luzern arası 52 km. Luzern meşhur İsviçre manzaralarında gördüğümüz göl kenarındaki o güzel şehir. Ama aynı zamanda Alp'lerin zirvelerinden 3 göl üzerinde haşmetle duran 1797 metre yüksekliğindeki dağların kraliçesi Rigi Dağı'na çıkılan şehir. Dağa çıkmak için Vitznau'ya gidip dişli bir trene biniliyor ve yükseldikçe muhteşem göl manzarası eşliğinde bir yolculuk yapılıyor. Yükseklik arttıkça göl manzarasının yerini kar manzarası alıyor.







Tren zirveye varana dek aralarda böyle istasyonlarda duruyor ve merkezden alışveriş yapmış bölge sakinlerini indiriyor.




Zirvede rüya gibi bir kar var. Zaman zaman burnumuzun ucunu zor görmemize sebep olan bir sis iniyor.  






Burası bulutların üzerinde




Dönüşte önümüzdeki vagon neredeyse görünmüyor
İsviçre Avrupa'nın en pahalı ülkelerinden. Dolayısıyla insanın fiyat-fayda dengesi de şaşıyor. Zürih'te kaldığımız güzel apartmanın fiyatına Luzern'de ancak bir hostel bulmuştum. Ama şartları bizim standartlarımıza uygun görünüyordu. Bellpark Hostel Asyalı genç 2 kız kardeş tarafından işletiliyor, müşterileri turistik geziden başka sebeple burada bulunan yabancılar... Yatak takımlarınız temiz ama ütüsüz, kendiniz seriyor, ayrılırken de kendiniz çıkartıyorsunuz. Gece 22.00 gibi de kalorifer sönüyor. Fiyata kahvaltı dahildi. Kahvaltı denilen de aşağıda görülen kendi halinde kızarmış pirinç. Bu kadarı da biraz fazla. Bir daha hostel yok:)

Luzern'deki 2. günümüz başlamadan gezenti Feride ve gezenti Tuncay'ı yeni doğmuş torunlarıyla tanışmaya Londra'ya uğurluyoruz. Hem hüzünlü bir veda, çünkü ilk kez birlikte başladığımız yola yalnız devam edeceğiz. Ama aynı zamanda  neşeli bir veda çünkü yolun sonunda Mareva var:) 
Hostelimiz de diğer kaldığımız yerler gibi otobüs durağına çok yakın ve otobüsle yolculuk oldukça keyifli. 

Şato Gütsch

İlk hedefimiz şehre tepeden bakan bir tepe. Burası 1590'da şehir duvarlarının bitiş noktasıymış ve bir kule varmış. 1859'da şehirden bu araziyi satın alan bir girişimci buraya bir han yapıyor. 20 yıl sonra han el değiştiriyor ve otele dönüştürülüyor. En son 2014'de Rus bir iş adamı tarafından satın alınıp, yenilenip bugünkü haline dönüşüyor ve şu an da butik bir otel olarak kullanılıyor. Şatonun önünde Luzern manzarası, arkasında ise dev ağaçlarıyla bir masal ormanı. Tepeye tek kabinli bir fünikülerle çıkılıyor. 









GLACIER GARDEN

Luzern'in tam da merkezinde bir inşaat kazısı sırasında keşfedilmiş bu alan şehrin 1 milyar yıl önce palmiyeleri olan bir kumsal olduğunun ama 2.6 milyon yıl önceki son buzul çağında bölgenin tam olarak donduğunun izlerini taşıyor. Gerçekten bu evrende bir toz zerreciğinden başka bir şey değiliz.


Buzullar erirken oluşan çöküntüler


Palmiye fosili


Luzern'in deniz kenarı olduğu günlerin kanıtı fosiller
Buzul bahçesindeki  geleneksel İsviçre dağ evi ve İsviçreli çoban Feridun:)




Luzern'in sembollerinden biri olan Aslan Anıtı buzul bahçesinin hemen yanında. 
Dev bir kayaya oyulmuş, heybetli, bir o kadar da hüzünlü bu aslan, 1792'de Fransız Devrimi sırasında Paris'teki  Tuileries Sarayı'nı korurken yaşamını yitiren İsviçreli askerleri temsil ediyor. Taşa bu kadar ifade verebilmek ne büyük bir yetenek.








Luzern'in eski şehir merkezindeki binalar, üzerlerindeki desenler ve resimler açısından diğer Avrupa şehirlerinin tarihi binalarından farklı










Nehir kenarındaki yürüyüşümüz sırasında çok fotoğrafik noktalara denk geldik.
ŞAPEL KÖPRÜSÜ

Luzern'in asıl sembolü şehri ortadan ikiye bölen Reuss nehri üzerindeki tahta köprü Şapel Köprüsü. Üstü kapalı tahta köprüler İsviçre'ye özgü. Luzern'de bu köprülerden birden fazla var. Şapel Köprüsü bunlardan en uzunu ve 14. yüzyılda yapılmış. Köprünün çatısında onlarca resim var şehrin koruyucu azizelerini ya da şehrin tarihini anlatan. Köprü 1993'de yanmış ama aslına uygun yeniden yapılarak 1 yıl sonra kullanıma yeniden açılmış.





BERN

İsviçre'nin başkenti, Avrupa'nın en iyi korunmuş Orta Çağ kenti Bern, 1191 yılında Alman bir dük tarafından kurulmuş. Dük, ilk avlayacağı hayvanın adını şehre vereceğini duyurmuş ve bundan sonra çıktığı ilk avda bir ayı avlamış. Almanca ayı kelimesinin "bar" olmasından sebep olsa gerek, şehrin isminin öyküsünün bu olduğu düşünülüyor. Biz Bern'de bir öğleden sonra yürüyüşü yaptık. 
Kindlifresser
Eski şehrin merkezinde ilk göze çarpan nokta, 1546 tarihli çeşme. Adı Kindlifresser, yani Çocuk Yiyen. Hiç bir kaynak yapılış nedenini tam olarak açıklayamasa da şehrin çocuklarını 500 yıldır korkutmuş, bundan sonra da korkutmaya devam edeceği kesin. Zira gerçekten rahatsız edici bir figür. Bir teoriye göre, o dönemde Yahudilerin giymesi zorunlu olan şapkaların benzerini giyen dev, yahudilere bir uyarıyı temsil ediyor. Diğer bir teori ise Yunan mitolojisinde varolan bir devi resmettiği.

Zytglogge
 Eski şehrin tam göbeğinde haşmetli bir saat kulesi Zytglogge. Tüm saat kuleleri gibi, o da bir zamanlar gözetleme kulesi, şehrin giriş kapısı ya da hapishane olarak hizmet etmiş şehre. 13. yüzyılın başlarında yapılmış, saat başı şenlikli bir şovla saati söylüyor ve isteyenler 130 basamak tırmanarak kuleye çıkıp hem şehir manzarasının tadını çıkarabilir, hem de saatin mekanizmasını yakından görebilir.
Zytglogge



Bern, 3 tarafı Aare Nehriyle çevrili bir tepeye kurulmuş. Eski şehirden Mısır Ambarı Köprüsü :) (tercüme bana ait-Kornhausbrücke) üzerinden yürüdük ve eski şehre bir de karşıdan baktık.


GRUYERES

Bu yolculuğun en özel durağı, İsviçre'nin peynir başkenti sayılan Gruyeres köyü. Ülkenin güneyine doğru inerken Bern'e 47 km uzaklıktaki bu 13. yüzyıl köyü, kırsal kesim seven benim gibi gezginlere çok şey vadediyor. Bir tepe üzerine kurulmuş köyün çevresi surlarla çevrili ve bir meydan üzerine dizilmiş evleri tüm orjinalliği ile duruyor. En tepede de içini gezebileceğiniz dayalı döşeli güzel bir şato var.
Gruyeres'i ziyaret etmek üzere yola çıktık ve yükseldikçe dağların karlı olduğunu, yola zaman zaman görüşü oldukça güçleştirecek denli sis bastığını gördük. Arabayı park ettiğimizde neredeyse köyü göremiyorduk. 
Arabayı park edip indiğimiz an


5 dakika sonra


Çocukluğumuzdan hepimizin hatırlayacağı çikolata paketlerindeki arkada karlı, zirvesi sivri dağlar önde inekler ve süt güğümleri resimleri sanrım burada çekilmiş. Benzeri manzaraları takvimlerde ya da duvara döşenen dev posterlerde de görmüşüzdür. Aynı o güzel görüntüleri köyün her noktasından görmek mümkün.







Surlardan içeri girince ortada çeşmesi olan bir meydan ve meydanı 360 derece çevreleyen evleri görüyorsunuz. Her şey çok güzel.









Gravyer peynirine adını veren köyde, isteyenlerin peynir yapımını izleyebileceği bir de mandıra var. Gruyeres peynirinin de "Çekilin! Ben peynirim!" diyen yoğun bir tadı var. Tam şaraba eşlikçi:)

MONTRÖ

Bu yolculuğun son ziyaret noktası, yola çıkmadan bir süre önce işteki bilgisayarımı her açtığımda gördüğüm bir fotoğraftan esinlenildi. Güzel bir fotoğraftı ve İsviçre'de olduğunu görünce "gitmezsem olmaz" dedim. Gruyeres'den 41 km ötede ve eve uçaçağımız nokta olan Cenevre'ye 91 km kala Leman Gölü kıyısında kurulu Montrö şehrine oldukça yakın bir şato Chillion Şatosu. Göl kenarındaki bir kayanın üzerine inşa edilmiş bu ortaçağ şatosu, 400 yılı aşkın süre Savoy kontlarına ev sahipliği yapmış. Ülkenin en çok ziyaret edilen tarihi binası olan şatoda zaman zaman etkinlikler de yapılıyor. Biz sonbahar güneşinin tadını çıkarmak için içeriyi gezmek yerine göl kenarında sandöviçlerimizi yedik






CENEVRE

Cenevre 'ye akşamüstü vardık. Kısa bir şehir turu yaptık. Şehre ait çok bir şey görmedik ama unutulmaz bir deneyim yaşadığımız için buraya bir not düşmek istedim. Çok açtık ve otelimize yakın bir restoran ararken Petit Ocean adlı bir deniz ürünü restoranına rastladık. Deniz ürünü seven üstelik de yorgun ve aç bize çok cazip geldi. Elimizde navigasyon, oldukça dolaştık ve sonunda hedefe ulaştık. Küçük, sıcak atmosferi olan bir restorandı. Sabırsızlıkla menüyü bekledik. Sahibinin Portekizli olduğunu öğrenince beklentimiz daha da yükseldi. Tek seçenek vardı. Yiyebildiğin kadar karides ve patates kızartması. 


Önlüklerimizi giydik; kolları sıvadık. İlk bakışta kulağa hoş geliyor, hatta başlangıçta ağzımıza da hoş geldi ama bol sarımsakla pişirilmiş karideslerin 1. tabağı bittiğinde ben pes etmiştim. Feridun biraz daha direndi ama 2 tabağı bitiremedik. Restoranı terk edip taksiye bindiğimizde restorandaki yoğun sarımsak kokusunun bizimle geldiğini fark eder gibi oldum ama "fazla yediğimdendir" dedim önce. Ama oteldeki odamıza gittiğimizde farkettik ki sarımsak kokusu tüm giysilerimize hatta çantama bile sinmişti. Benim için Cenevre sarımısak kokan bir yer... Kokuyu bavulumuzdaki giysilerle İstanbul'a dahi getirdik. 

4 kişi başlayıp 2 kişi tamamladığımız bu güzel turu Cenevre'de noktaladık. Sırada Türkiye'den bir turistik şehir var. Görüşmek üzere.

İlginç çünkü:
*ülkenin kendi dili yok. Almanya'ya komşu olan kuzeyde Almanca konuşulurken güneye doğru inince Fransızca konuşuluyor. Ancak her iki dili de kendilerine özgü bir aksanla konuşuyorlar.
*peynir sofranın baş köşesinde. Ancak peynir sevdiğimiz halde beyaz şarap ve sarımsakla karıştırılarak eritilmiş ve küp şeklinde kesilmiş bayat ekmeklerin batırılarak yenen fondüyü biz sevmedik. Raklet ise yine eriyen ve yoğun kokulu bir peynir. Masada özel bir aparatla eritiliyor. Peynire sebze, mantar vs batırarak yiyorsunuz. Rakleti sevdik. 
*neredeyse tüm otel, hostel ya da apart oteller şehirde sınırsız kullanabileceğiniz bedava toplu taşıma bileti veriyor. İsviçre gibi her şeyin el yakıcı pahalılıkta olduğu bir ülkede çok makbul bir durum. Toplu taşıma çok düzenli ve kullanışlı.
*toplu taşıma kullanmak için bilet göstermek ya da kart okutmak yok. Nasıl denetlendiğini anlayamadık.
*kahveyle su servis ediliyor. Tıpkı Türkiye'deki gibi.
*elektrik prizleri üç delikli ama 2 delikli prizlere uygun fişler de adaptör gerektirmeden kullanılabiliyor.
*restoranlarda masada sıklıkla Knorr marka aromatik tuza rastladık.
*Migros her yerde. Sadece marketi değil benzincisi, fitness salonu bile var.


İSVİÇRE

Yine bir Avrupa ülkesi ama işin içinde dağlar, göller, peynir ve çikolata var dedik ve çıktık yola. Bugün İsviçre olarak bilinen Helvetia&...