2 Mart 2016 Çarşamba

İSPANYA - ENDÜLÜS






GRANADA

Bu kez ekip 30 Ocak'ta Malaga havalimanında buluşup kiralanan arabayla Granada'ya doğru yola çıkıyor. 125 km sonra hedefe ulaşıyoruz. Granada bizi sıcacık bir güneş, zeytin ve turunç ağaçlarıyla karşılıyor. İstanbul'da kışa veda edip burada bahara "merhaba" diyoruz. Ibis Malaga'da kalacağız. İbis otellerinin makul fiyatlı konforuna bir önceki yolculuğumuzda alıştık. Bu yolculukta hep İbislerdeyiz. İlk durak, Granada'nın en eski yerleşimi olan Albayzin mahallesi. El Hambra Sarayına karşı tepeden bakan, daracık sokakların küçük meydanlara açıldığı iki katlı evlerle dolu sevimli bir mahalle.. Flamenkocuların mekanı olarak da biliniyor. Sembolü mahallenin şeklinden sebep nar ve tüm sokak tabelaları yanda görüldüğü gibi mavi beyaz seramikten.



Güneşli meydanda bira ve tapasla ilk tanışma. Turist kadar İspanyol da var etrafta. Ehli-keyif halkla ilk tanışmamız bu. Tembel tembel güneşin altında oturup, bol bira ve sohbet bu şehrin fıtratında var.

Hayatımda arabayla geçtiğim en dar sokaklar bunlar. Hele köşeleri dönmek ayrı bir heyecan. Tüm köşe binaların duvarları, dönmeye çalışan arabalar tarafından tıraşlanmış ve neredeyse tüm arabaların yanları darbeli.



Güneşin batışını Al Hambra Sarayını karşıdan gören bir seyir terasında izliyoruz. Etrafta gitarları ellerinde flamenko söyleyen gençler, dans eden çiftler ve el sanatlarını satan hippiler var. Albayzin çok keyifli.

Sabah önce Granada'ya 10 km uzaklıktaki Monachill'e gidiyoruz. Yine beyaz evli, çiçekli sokaklar... Yol, bizi uslu uslu akan bir derenin paralelinde köyün dışına çıkarıyor. Çiçek açmış badem ağaçları, mimozalar, kaktüsler ve begonvillerle dolu bir kır yürüyüşü bu. Ama varsa yoksa dere. O da hep sizinle geliyor. Yol boyunca yürüyüş yapanlarla her denk gelişimizde bizi selamlıyorlar. 








Artık Monachill'den ayrılma zamanı. Al Hambra Sarayına, bloglardaki uyarıları gözönüne alarak önceden biletimizi aldık ama giriş saatini kaçırmamalıyız.

Biletinizi internetten almakla yetinmeyin, seçtiğiniz giriş saatinden en az 1 saat önce saray kapısındaki uzuuuuuun kuyruğa girin. Yine de kuyrukta beklerken "acaba içeri girebilecek miyim?" diye endişelenmeyi ihmal etmeyin. Nedenini çözemedik ama söylenene göre aynı anda sadece 1000 kişinin saray kompleksine alındığı idi. İspanyolların para kazanma kaygısından uzak olduğunun ilk örneği bu idi sanırım.

Al Hambra Sarayı, nam-ı diğer Elhamra Sarayı, İslam mimarisinin ulaştığı en yüksek nokta olarak kabul ediliyor. 1232 yılında temeli atılmış ve her hükümdarın döneminde genişletilerek bugünkü haline ulaşmış sarayda, hiç bir şey tesadüfe bırakılmamış ve pencerelerin yerlerine dahi görünen manzaraya göre karar verilmiş. Beni en çok etkileyen ise ince mermer kanallar içinde sarayın açık ve kapalı tüm mekanlarını dolaşan su ve duvar süsleme motifleri gibi görünen şiir mısraları oldu.





Saray kadar bahçeleri de etkileyici. Ancak çok büyük bir alan ve soluklanmak için kafeye rastlamak pek mümkün değil. Kumanyanızı yanınızda götürün.






Bir sonraki durak Albayzin'in biraz daha yukarısındaki benzeri mahalle Sacromonte. Yine daracık sokaklar ve aydınlık yüzlü beyaz evler... Bir de duvara asılı çini tabaklar ve saksılardan fışkıran çiçekler. Burası bizim sulukulenin İspanyol versiyonu. Aslen mağara olan mekanlarda flamenko gösterileri var. Ama biz flamenko izlemeyi Seville'ye bırakacağımız için mağara evlerden birinin içini gezmekle yetiniyoruz.


 


















CORDOBA







Sabah Granada'dan ayrılıyor ve 161 km sonra Lorca'nın şehri Cordoba'ya varıyoruz. Otelimiz Eurostars Las Adelfas Antalya'daki tatil köylerinin bahçeleri gibi geniş yeşil bir bahçeye sahip. Harika bir otel. Ben yine dayanamayıp turunç ağaçlarının fotoğrafını çekiyorum. Her zamanki gibi eşyamızı odaya koyup, resepsiyondan da bir iki öneri alıp merkeze doğru yola çıkıyoruz.





Bahçesinde en çok ağaç gördüğüm cami
Notlarımızda ilk görülecek yer olarak La Mezquita var. Yaklaşık 600 yıllarında Vizigot Hıristiyan kilisesi olarak inşa edilen yapı, 784 yılında cami olmak üzere yeniden ele alınmış. Her hükümdar kendi döneminde eklemeler yapmış ve dünyanın en büyük camilerinden olmuş. 1293 sütunla "dünyanın en fazla sütuna sahip mabedi" ünvanı da var. Şu anda yeniden katedral olarak kullanılmakta. Yani Müslümanlar ve Hıristiyanlar hep aynı kafada. 






Cordoba'da da sokaklar daracık,evler beyaz, güzel balkonlar, duvarlarda saksılar. 





Endülüs'te gördüğümüz tüm evlerin girişleri, böyle güzel demir kapılardan geçilerek böyle çiçekli avlulara doğru. Çini karolar da vazgeçilmezlerden...

Biz sokaklarda aylak aylak dolaşırken Juan ve eşinin turistik tur yaptırdığı 3 tekerlekli, 2 kişilik kabini olan bisikletlere rastlıyoruz ve Cordoba sokaklarını gezmeye başlıyoruz. Juan zaman zaman duruyor, hep beraber bisikletten iniyoruz ve hiç ingilizce bilmeyen ama anlatmak için canla başla uğraşan rehberimizden Cordoba hakkında ilginç şeyler öğreniyoruz.Anlayabildiğimiz kadar:) Her gün 9'da gitar tınısı ile çalan saat kulesini, Cordoba'nın en dar sokağındaki çeşmenin suyundan içen çiftlerin aşklarının ölümsüz olacağına inanıldığını öğreniyoruz.

Bizim susam helva, kos helva mantığı ile yapılmış TURRON'un satıldığı SABOR adlı dükkandan bademli turron alıp saat 20.00'ye kadar oyalanıyoruz çünkü yemek yiyeceğimiz restoran o zaman açılacak:)) İspanya'da sık sık saate bakmak gerekiyor zira her saatte her şeyi yapmak mümkün değil.
                                                                                                                                                                        






Cordoba'ya gece çöküyor.
Yemeği oturaklı bir restorant olan El Churrasco'da yiyoruz. Etler harika. Geniş bir balık mostraları da var.


SEVİLLE

Cordoba'dan yola çıkıyoruz sabah ve 140 km sonra Seville'deyiz. Otelimiz İbis Budget. Her şey tertemiz yine ama konfor minimum:) İlk iş şehrin merkezindeki devasa Maria Luisa parkı. Kralın kızına ait olan sarayın bahçesi vasiyeti üzerine belediyeye kalmış ve onun adını taşıyor. Böyle büyük bir şehrin ortasında böyle büyük bir yeşil alan bize hemen güzel İstanbul'u ve benzeri mekanların hızla taşlaşıyor olmasını hatırlattı. 



Kauçuk ağaçlarının toprağın üstüne taşmış kökleri insana masalsı ağaçları hatırlatıyor.


Her yerde havuzlar, fıskiyeler ve kuğular var. Son derece huzurlu bir park.





Yürümekten yorulunca paytona binmeye karar veriyoruz. Amacımız parkın gitmediğimiz yerlerini de görmek. Ama bir de ne görelim! Parktan çıkıyoruz ve son derece akıcı bir trafiğin içine ana caddelere çıkıyoruz. Bazen sol şeritteyiz. Yanımızdan otobüsler, arabalar ve diğer paytonlar geçiyor. Gayet keyifli, mini bir şehir turu atmış oluyoruz. 





Paytondan İspanya Meydanı'nda iniyoruz. 1929 yılında ekonomiyi canlandırmak üzere düzenlenen fuar için yapılmış eserlerden biri ve meydan yelpazeyi andırıyor. Yerler ise Endülüsün her yerinde gördüğümüz türden taş işçiliği ile yapılmış.




UNESCO'nun dünya kültür mirası listesinde yeralan Santa Cruz'a gidiyoruz. Yine daracık sokaklar, sokaktan pek de belli olmayan sürpriz mekanlarla dolu bir mahalle. Flamenko'nun Seville'de izlenmesi gerektiğini duymuştuk. Tesadüfen La Casa del Flamenko'ya rastlıyoruz ve showu izlemek üzere yerimizi alıyoruz. 
La casa del flamenco


                                                                                 
Hep sokaktan gördüğümüz tarihi evlerden birinde gösteri. Avluya, ortadaki alan sahne olacak şekilde sandalyeler dizilmiş. Huşu içinde flamenko dinliyor ve izliyoruz. Gösteri sırasında fotoğraf çekmek yasak. Hiç de fena fikir değil. Anın tadını çıkarıyoruz. Gösterinin son 10 dakikasında fotoğrafa izin var ama öyle hareketliler ki fotoğraflar net çıkmıyor:((

Akşam yemeğini ünlü Seville Katedrali'nin hemen yakınındaki Le Cathedral'de yiyoruz. Masada hamsi tava var:)) Paella'da tabii ki.





RONDA

Seville'ye veda edip sabah yola çıkıyoruz. Hedef Malaga'ya gitmeden önce dağ kasabası Ronda. Ronda'da yaşam Neolitik çağda başlamış. Endülüs'teki en eski yerleşim alanı. 100 metre derinliğinde bir kanyonla ikiye ayrılmış bu minik şehrin adeta tamamı uçurumun kenarına kurulmuş. Aşağıdaki manzara bir helikopterin penceresinden görülecek türde. Kanyonun dibinde El Tajo nehri akıyor. Hemingway'in ünlü romanı Çanlar Kimin İçin Çalıyor burada geçiyor. Aynı zamanda bu minik dağ kasabası Orson Welles'in favori mekanı. Külleri buralı arkadaşının evinin bahçesine gömülmüş.
 

















Seyir teraslarından manzarayı seyrediyoruz. Rüzgar kulaklarımızda ıslık çalıyor ve fotoğraf makinelerini neredeyse elimizden uçuracak. Böyle vahşi bir uçurumun kenarına kurulmuş şehrin içinde yaşam, her yerde olduğu gibi sakin, mutlu ve yavaş... Tüm Endülüs şehirlerinde olduğu gibi...









Her ne kadar boğa güreşini vahşice ve anlamsız bulsak da İspanya'nın en eski arenalarından Plaza de Toros'a da uğradık. 


5000 yıllık arenanın girişinde 6000 boğanın katili ve modern boğa güreşine "Ronda Tarzı"nı armağan eden Pedro Romero'nun heykeli var. 

Arenaya çıkan boğayı önce at üzerindeki pikadorlar kızdırır ve mızraklarla ense kökünü yaralar. Ardından matador yardımcıları sahne alır ve yaralı boğayı daha da yorarlar. matador arenanın assolisti olarak en son sahne alır ve zaten perişan haldeki hayvana kılıçla son darbeyi vurur. Olur da hayvan atak yaparsa, yine devreye matador yardımcıları girip matadoru korurlar. Yaralı bir hayvanı öldürmek insanı nasıl kahraman yapar ve böyle bir gelenek bizim ülkemizde olsaydı Avrupa'lının bize bakışı nasıl olurdu diye bol bol düşündük tüm bu ayrıntıları öğrendikçe.

Günümüzde sadece eylülde boğa güreşi düzenlenen arena, kalan zamanda konser ve opera türü gösterilerde kullanılıyor.



 

MALAGA

Ronda'ya veda edip son durağımız Malaga'ya doğru yola çıkıyoruz. Bitki örtüsü değişiyor.  Çam ağaçları kendimizi Kaş yollarında hissetmemize neden oluyor. Büklüm büklüm virajlı yollardan ilerliyoruz ve 80 km sonra, tam da benzinimiz tamamen bitmek üzereyken deniz görünüyor. Bu Malaga'ya yaklaştığımızın müjdesi. 

Tüm yolculuk boyunca denizi ilk görüşümüz bu. Ama şansımıza yılın 365 gününün güneşli geçtiği söylenen nam-ı diğer Costa del Sol'un bulutlu bir gününe denk geliyoruz.


İbis Hotel Malaga Centrum'dayız bu kez. Şehir merkezine yürüme mesafesi ve gayet konforlu. Akşam yemeği saati yakın. Merkeze doğru yürüyor ve birden kendimizi Malaga karnavalının  ortasında buluyoruz.


 
 Her yer ışık, müzik ve kostüm giymiş her yaştan insanla dolu. Anladığımız kadarıyla müzikallerden parçalar söyleyen tiyatro topluluğunu zevkle izliyoruz. Akşam yemeği için hedef önceden belli. İstanbul'daki İspanyol arkadaşlarımızın tavsiyesi. Türk usulü balık yemek için Malaga'yı bekledik kaç gündür. Los Melizzos önüne bir sıra masa çıkarıp açık hava sobalarıyla ısıttığı mekanda da, çok daha şık olan iç mekanda da servis yapıyor. Çok geniş bir balık mönüsü var. İki akşam da burada yemek yedik ve daha önce hiç yemediğimiz türden kabuklular ve balık çeşitleri yedik. Ama tabii ki bir İstanbulluyu, balık sofrasıyla memnun edebilecek türden bir yer değil:)


Ertesi sabah merkezdeki Mercado Central de Atarazanas adındaki dev pazar yerine gidiyoruz. Turist olmaktan anladığımız sadece katedral, müze gezmek değil, olabildiğince yerel halka da karışmak. Burası Dijon'dakinden çok daha düzenli, büyük bir pazar yeri. Tüm tezgahlar resim gibi. Sebze, meyve, kahvaltılık, et ve deniz ürünlerinin satıldığı, ayrıca ayaküstü bira içip kabuklulardan yiyebileceğiniz büfe benzeri yerlerin de olduğu bir pazar.
Kiloyla cips satıdığını görmüş müydünüz?





Domuz kulakları beni benden aldı!!!



Her tür flamenko kostümü ve aksesuarının satıldığı bir dükkan
Keyifli çarşı pazar gezisinden sonra otel resepsiyonunda gördüğümüz broşürler sayesinde varlığından haberdar olduğumuz Mariposario de Benalmadena Kelebek Parkı'na gidiyoruz. Merkeze 3-4 kilometre uzaklıkta, küçük sevimli bir Budist tapınak görünümünde. Çalışanlar işlerini severek ve bilerek yapan insanlar belli ki... Kelebekleri rahatsız etmeyelim kuşkusuyla, tropikal bir atmosfer yaratılmış salona giriyoruz. Her yer tropikal çiçekler ve kelebeklerle dolu. Mutlaka yaşanması gereken bir deneyim.


Tırtılın 1 haftasını geçirdiği koza





Sahibi tarafından terk edildikten sonra bu parkta koruma altında olan iguana ortalıkta salınarak dolaşıyor






Adeta bir meditasyon seansından çıkmış gibiyiz. Yüksek bir tepeden denize bakan küçük bir Budist tapınağı da bu gezinin bonusu oldu sanırım. Dua bayraklarıyla, döndürülen dua tekerlekleriyle, sade ama etkileyici atmosferiyle daha önce belgesellerde gördüğüm tapınaklardan hiç bir eksiği yok. Tapınağı ziyaret edip merdivenlerinde dinleniyor ve denizi kucaklıyoruz.






Keyifli bir yolculuk daha bu günün ertesinde yurda dönüşle son buluyor. Dönüş yolunda bir sonraki yolculuğu planlamaya başladı bile aşağıda gördüğünüz gezentiler:))





1 yorum:

İSVİÇRE

Yine bir Avrupa ülkesi ama işin içinde dağlar, göller, peynir ve çikolata var dedik ve çıktık yola. Bugün İsviçre olarak bilinen Helvetia&...