PORTO
Bu
yolculuktaki hedef Avrupa kıtasının en batı ucunda, Atlantik Okyanusu
kıyısındaki Portekiz. Biz İstanbulluları şaşırtan ilk bilgi ülke
nüfusunun 10 milyon kişi olması. Geçmişine bakacak olursak, ilk çağlarda
İber kabilelerine ev sahipliği yapmış topraklardan Romalılar, Endülüs Emevileri
geçmiş ve 1143’de bağımsız bir krallık olan Portekiz, 15. Yüzyılda Amerika,
Asya ve Afrika’da büyük bir sömürge imparatorluğuna dönüşerek Avrupa ile doğu
arasındaki ticarete hakim olmuş. Fas’a karşı açtığı savaşta yenilip
zayıflayınca İspanya’nın yönetimine bile girmiş. İngiltere’nin yanında Fransa’ya
karşı savaşmış. 1822’de en büyük sömürgesi Brezilya, bağımsızlığını ilan edince en büyük
varlığını kaybetmiş. Bunlarla da bitmemiş. 1910’da cumhuriyet ilan edilmiş ama istikrarsızlık devam etmiş. 1926’da ordu
yönetime el koymuş ve ülkeyi 48 yıl boyunca General Franko idare etmiş.
Sömürgecilikte İngiltere’yi bile gölgede bırakan ülkenin dili dünyada 200
milyon kişi tarafından konuşulmakta.
Uçağımız
Porto’ya iniyor ve bir kez daha hasret sona eriyor. Kiraladığımız
arabamıza atlıyor ve Porto’daki evimize bavullarımızı bırakıp hemen atıyoruz
kendimizi sokağa. Şehrin en hareketli caddelerinden Santa Catarina caddesi
yürüme mesafesi.
Azulejos kaplı bir şapel |
Portekiz'de her türlü binanın dış kaplamasında kullanılan azulejos adlı seramiklerin geçmişi 13. yüzyıla dayanıyor ama yaygın olarak kullanılması Kral 1. Manuel'in Seville ziyareti sonrasından itibaren. Endülüste yer kaplaması olarak kullanılan bu seramikler Portekiz'de iç ve dış duvar kaplamasında kullanılıyor.Kullanılan ana renkler mavi ve beyaz. Bu renklerin keşifler devrini sembolize ettiği söyleniyor.
Közde pişmiş tuzlu kestane kebap |
Pastel de Nata yapan bir pastanenin vitrininden |
Çikolata kap içinde meşhur vişne likörü |
Porto
pek çok Avrupa şehri gibi bir nehir kenarına kurulu. Biz de havayı koklayarak
Douro Nehri kıyısına doğru iniyoruz. Nehrin kenarında Riberia adlı semt var. Burası
köprü manzarası, nehir ve güzel teknelere bakan kafeleriyle popüler semtlerden.
Şehrin 2 yakasını birbirine bağlayan I. Dom Luis Köprüsü 1886’da yapılmış 44
metre yüksekliğinde bir köprü. Üst katından tramvay geçiyor ve yayalara açık.
Alt katı ise araç tarfiğine açık. Tüm şehri görmek için iyi bir nokta.
Hava
karardı; karnımız zil çalıyor. Daracık bir sokakta, daracık platformlar üzerine
koyulmuş küçük masalarda yiyoruz ilk akşam yemeğimizi. Zeytinyağ, zeytin ve
ekmek servis ediliyor önce. Ardından balıklı patates köfteleri. Bazı bloglarda
okuduğumuzun tersine bu servis edilenler ikram, emr-i vaki yapana denk gelmedik
hiç. Ana yemek tabii ki ızgara sardalya. Ama dev okyanus sardalyası. Hiç de
fena değil.
Harika bir sonbahar manzarasına denk geldik |
Portekiz okyanusa bakan geniş sahilleriyle dalga sörfüne elverişli bir nokta. Porto’nun da böyle bir sahili var. Merkezden arabayla 4 km ötedeki Foz’a gidiyoruz. Kumsalda denizdeki eşlerinden kötü haber almış denizci eşlerini gösteren harika bir heykel var.
Derken ne görelim, yağmur ve rüzgardan bizim gözümüzü açmakta zorlandığımız kumsalda denize doğru koşan sörfçüler var. Dahası deniz, sörfçü dolu.
Biz ise kendimizi kumsaldaki bir kafeye atıyoruz. İçeride ateş yanıyor, güzel bir müzik ve vinho verde var. Çılgın sörfçüleri seyretmek için harika bir nokta.
Tembel
bir akşamüstü sonrası Porto’nun merkezindeki dünyanın en güzel kitapçılarından
sayılan Livraria Lello’ya gidiyoruz. 1906 yılında açılmış olan bu görkemli
kitapçı dükkanı orijinal mimarisini koruyor. Tavanı Latince “Çalışmak
onurludur.” yazan vitrayla kaplı. Ahşaptan oyulmuş görünen duvar süslemeleri
alçıdan ve masalsı bir merdiveni var. Üstelik kitap alırsanız, giriş ücretini
geri alıyorsunuz.
Şaraphane turu gereksiz yere pahalı olduğundan, Porto şarabını bir büfeden alıp tatmayı yeğledik.
Porto şarabı adını dünyaya doğru yola çıktığı bu limandan alıyor. Oysa üzümler ülkenin kuzeyindeki bağlardan ve bu bağlarda 65 kırmızı, 20 beyaz üzüm çeşidi var. Bu üzümler şaraphanede değil bağda karışıyor. Porto şarabının tek numarası da bu değil. 1678’de İngilizler sevdikleri Fransız şaraplarına politik sebeplerle konulan ambargodan sebep, Portekiz şaraplarına yöneliyorlar. Ancak Portekiz şarabının İngiltere’ye olan yolculuğunda dayanabilmesi için brendi ekleniyor. Dolayısıyla ortaya tatlı bir şarap çıkıyor.
AVEİRO
Porto’ya veda edip 75 km ötedeki Portekiz’in Venediği
olarak ünlenmiş Aveiro’ya gidiyoruz. Ama önce Aveiro’nun sayfiyesi Costa Nova
do Prado’ya uğruyoruz. Merkeze 13 km öteki bu sahil kasabası çizgili evleriyle
ünlü. Eskiden balıkçı kulübesi olan bu ahşap evlerin renkli ve çizgili
olmasının sebebi denizden kolayca görülebilir olmaları içinmiş. Şimdi ise tatil
evi olarak kullanılıyorlar ama mevsim icabı ortalık bomboş. Adeta bir film
platosu
Aveiro, Averio Lagününe akan bir nehrin 2 yakasına kurulmuş minik ama
güzel bir şehir. Şehrin ortasından geçen nehir oldukça dar bir kanaldan akıyor,
dolayısıyla nehir boyunca tur yapan teknelerden 2 yakadaki güzel evleri de
yakından görme imkanı sunuyor. Tekneler Venedik’teki gondollardan aşağı kalmaz.
Üstelik tekneciler tur rehberliği görevini de üstlenmiş. Bizim için Lizbon’a
giden yolu bölmek için harika bir durak.
ovos moles |
Portekiz dünyaca ünlü denizcilerin anavatanı. Gezdiğimiz tüm Portekiz şehirlerinde kaldırımlar seramik parçalarıyla döşeli ama Averio'daki kaldırımlardan Portekizlilerin denizciliğe olan aşkı çok net görülüyor.
İstikamet Coimbra ama yolda önce Conimbriga Antik Kentini geziyoruz. Yerleşimin tarihöncesi çağlardan beri varolduğu şehir, MÖ 139 yılında Romalılar tarafından işgal ediliyor ve Lusitania bölgesinin başkenti oluyor.
Zeytin, turunçgiller ve koca yemiş ağaçlarının arasından yürünerek girilen antik şehrin zemini neredeyse tamamen mozaik kaplı. Mozaiklerin doğanın gücüne nasıl direnip de bu kadar iyi durumda kaldığını anlamak çok güç. Evlerin avluları ve odaları, şehrin meydanları adeta taştan halılarla kaplı.
Coimbra'ya varıp otelimize yerleşmemiz akşamı buldu. İbis otel eski şehre yürüme mesafesinde. Şehre girer girmez bizi karşılayan konserve sardalya mağazasının şıklığı bizi bizden alıyor. Sardalya burada balıktan öte bir şey:) Fiyatlar 12 avroya kadar çıkabiliyor.
*Lizbon fadosu denizciler ve hayat kadınları arasında
başlamışken, Coimbra fadosunun üniversiteyle bağları vardır ve bu yüzdendir ki
günümüzde bile fadistler ve müzisyenler akademisyenlerin giydiği siyah pelerin,
tayt ve kep giyerler.
*Lizbon fadosu işçi sınıfına hitap ederken, Coimbra fadosu
daha ayrıcalıklı bir sınıfa hitap eder.
*Lizbon fadosundan farklı olarak Coimbra fadosu sadece
erkekler tarafından söylenir.
*Coimbra fadosu gündelik hayatın zorluklarına umutla
yaklaşırken, Lizbon fadosu benzeri zorluklara teslim olmaktan söz eder.
*Lizbon fadosu emprovize, Coimbra fadosu önceden prova
edilerek söylenir.
Coimbra Üniversitesi 13. Yüzyılda Avrupa’da açılmış 15
üniversiteden biri. 1290 yılında kraliyet sarayı olarak kullanılmış alanda
faaliyete geçmiş. Ama üniversiteyle ilgili en ilginç detaylar öğrencilerin giydiği pelerinler ve üniversitenin kütüphanesi bence.
Coimbra Üniversitesi öğrencilerinden |
Barok tarzda yapılmış olan 1537 tarihli Joanina Kütüphanesi ulusal anıtlardan ve internet sitesinde öğlen tatili saati net olmadığı için biz ne yazık ki ziyaret edemedik ama öyle ilginç detaylar var ki paylaşmadan edemedim. 130 kadar el yazması yanı sıra Portekiz'de basılan her eserin bir kopyasının bulunduğu kütüphanenin sıcaklığının 18-20 derece arasında tutulabilmesi 2 metre kalınlığındaki duvarlarından sebep. Kitap rafları ve masalar böcek ve kurtlara dayanıklılığıyla bilinen meşe ağacından yapılmış. Akşamları kütüphanenin içinde serbestçe uçmalarına izin verilen yarasalar da haşere kontrolüne yardımcı oluyor. Masa ve iskemleler, yarasalardan zarar görmesin diye deri kılıflarla kapatılıyor.
Biblioteca Joanina
Coimbra gezimizi sonlandırıp Lizbon'a doğru yola çıkıyoruz ama yolumuzun üstündeki, sırlarıyla ünlü Fatima adlı kasabaya uğrayacağız.
FATİMA
|
Ver elini Lizbon...
LİZBON
Lizbon'daki ilk gün ilk keşif noktası Cabo da Roca Burnu, Avrupa kıtasının Atlas Okyanusu ile buluştuğu ilk nokta. 5.500km’lik düz bir mesafe ile Avrupa kıtası ile Kuzey Amerika arasında en yakın yer. Romalılar toprağın bittiği yer diye adlandırmışlar. Deniz seviyesinden 140m.yükseklikte
.
Ortadaki
taştan yapılmış Cabo da Roca isimli anıtın üzerinde Portekizlilerin ünlü şairi
Luis de Camoes’in “Karanın bitip denizin başladığı yer” diye yazan mısralar var.
Fener dünya gemiciliği için en önemli fenerlerden biri, civardan geçenler için Avrupa kıtasından ayrılışı ya da Avrupa kıtasına varışı temsil ediyor.
SİNTRA
Quinta da Regaleira, Sintra kasabasındaki etkileyici yapılardan sadece bir tanesi. 4 hektarlık bir araziye inşa edilmiş 5 katlı bu malikane kadar bahçesindeki yürüyüş yolları, her an karşınıza çıkan gizli geçitler, havuzlar, bin bir çeşit bitki, ağaç ve çiçek de unutulmaz.
Quinta da Regaleira, Sintra kasabasındaki etkileyici yapılardan sadece bir tanesi. 4 hektarlık bir araziye inşa edilmiş 5 katlı bu malikane kadar bahçesindeki yürüyüş yolları, her an karşınıza çıkan gizli geçitler, havuzlar, bin bir çeşit bitki, ağaç ve çiçek de unutulmaz.
1904 yılında zengin bir işadamının yaptırdığı malikanenin inşası 6 yıl sürmüş. İşadamının ölümü sebebiyle malikane başka bir aileye geçmiş ve 1987 yılına dek aynı ailede kalmış. 1987 yılında Japon bir iş adamı burayı satın alıyor ama Portekiz hükümeti 1997'de ulusal bir anıt olduğu gerekçesiyle geri alıyor ve 1998'de halkın ziyaretine açıyor.
Ters Kule malikanenin ilgi çekici noktalarından. Yerin dibine doğru inen bir kule ya da bir kuyu gibi. 27 metre aşağıda tüm arazinin altını dolaşan bir tünele geçiş var. Tüm bu detaylar insana, "su gibi para harcamak" deyimini hatırlatıyor. Ancak bazı kaynaklar bu detayları, malikanenin sahibinin mistik ideolojileriyle ilişkilendiriyor.
ters kule |
BELEM
1515 yılında ünlü kaşif Vasco De Gama anısına inşa edilmeye başlanan kule Targus Nehri'ni korumak üzere nehrin ortasında yapılmışken büyük deprem sonrası nehir yatağının değişmesiyle deniz kıyısında kalmış. Bir süre hapishane olarak da kullanılmış olan 4 katlı binaya çıkmak yerine önünde fiyakalı bir gezenti selfisi çekmeyi tercih ettik:)
Belem Kulesi |
Jeronimos Manastırı |
Bu görkemli manastır Vasco De Gama'nın önderliğini yaptığı baharat ticareti sayesinde yapılır da ünlü kaşifin lahiti burada olmaz mı? Tabii ki olur:)
Vasco De Gama |
Manastırın hemen yakınında Belem Pastanesi var. Küçük bir dükkan görünümlü ancak zamanla arkada kalan mekanların da katılmasıyla labirente dönüşmüş dev bir pastane burası. Büyüklüğünü anlayışla karşılıyor insan çünkü Lizbon'a gelip de Belem turtasını yemeyene adam demiyorlar:) Pastel de nata, Portekiz'in her yerinde var ama en hası buradaki ve bu pastanenin şubesi yok. Tarifini sadece 5 kişinin bildiği turtanın manastıra yakınlığı bir tesadüf değil. 1820'deki devrim sonrası manastırlar kapatılınca, bazı rahipler manastırın hemen yakınındaki şeker kamışı rafinerisine bağlı çalışan küçük dükkanda bu turtalardan yapıp satmaya başlamışlar.
Pastel de Nata |
Lizbon'daki büyülelçiliğimizde 1983 yılında yaşanan terörist saldırı sonucu hayatını kaybeden diplomatımızın eşi ve portekizli polis memurunun anısına yapılmış olan anıtı ziyaret etmeden olmazdı. Belem'den ayrılıp Lizbon'daki tüm elçiliklerin bulunduğu semte vardığımızda içimizi acıtan önünde polis bekleyen tek elçiliğin bizimkisi olmasıydı. Saldırı olması durumunda sinagogda ibadet için gelenlerin kullanması için Neva Şalom sinagogunun sandalyelerinin altında bulundurulan kaskları görmek gibi can acıtıcı...
Keşke bu güzel seramikler ülkesine, ülkemin güzel çinileri başka bir sebeple gelseydi. Nazım'ın dizeleri bir barış anıtının duvarını süsleseydi. Eli kanlı hiç bir mücadelenin affedilir bir yanı olmadığını bir kez daha konuştuk; şehitlere saygımızı sunduk. Gözlerimiz nemli; ayrıldık elçiliğimizden.
Lizbon'daki son akşamımız bu... Mercatosuz gezi olmaz. Lizbon'un ünlü Mercado da Ribeira sondan bir önceki durağımız. İspanya ve Fransa'dakilerden oldukça farklı. Kapalı pazar yerinin merkezdeki en büyük alanını yemek satan stantlar oluşturuyor. Hafif bir müzik çalıyor. Dev bir yemek alanı. Sebze meyve satan stantlar arkada.
Lizbon'daki son durağımız Alfama. 1755 depreminde Lizbon'da yıkılmayan tek bölge. Ancak şu an da oldukça yıkık dökük, bakımsız görünümlü bir semt. Fazlasıyla turistik. Fadonun dinlenmesi gereken yer diye duymuş olduğumuz halde bizim fado deneyimimiz pek hatırlanır olmayacak sanırım. Ama Portekiz'e fadoyla veda etmek yine de iyi fikir:) Eveeeet, Portekiz'den bu kadar. Kim bilir bir sonraki gezenti keşfi nereye olacak?
İlginç çünkü:
*sardalyalar kocaman; üstelik ayıklanmadan pişirilip servis ediliyor.
*tüm şehirlerde kaldırımlar mozaik benzeri bir işçilikle döşenmiş.
*iç bakla, tuzlu suda salamura edilmiş olarak ya da yağlı ve tuzlu çerez olarak satılıyor.
*zeytinler tadı bizim zeytinlerin tadına oldukça benziyor.
*Binaların dış duvarları ağırlıklı olarak mavi-beyaz seramiklerle kaplı.
*bizim sadece şarap şişesinde kullanıldığını zannettiğimiz mantar Portekiz'de deri gibi giysi, ayakkabı, çanta ve her tür hediyelik eşya yapımında kullanılıyor. Portekiz dünyadaki meşe mantarının %70'ini yetiştiren ülke. Mantar suya dayanıklı, doğal ve güçlü bir malzeme olmasıyla pek çok yerde kullanılabiliyor.
*sokakta satılan kestane kebap, külde ve tuzlu pişiriliyor.