9 Mart 2019 Cumartesi

PORTEKİZ






PORTO
Bu yolculuktaki hedef Avrupa kıtasının en batı ucunda, Atlantik Okyanusu kıyısındaki Portekiz. Biz İstanbulluları  şaşırtan ilk bilgi ülke nüfusunun 10 milyon kişi olması. Geçmişine bakacak olursak, ilk çağlarda İber kabilelerine ev sahipliği yapmış topraklardan Romalılar, Endülüs Emevileri geçmiş ve 1143’de bağımsız bir krallık olan Portekiz, 15. Yüzyılda Amerika, Asya ve Afrika’da büyük bir sömürge imparatorluğuna dönüşerek Avrupa ile doğu arasındaki ticarete hakim olmuş. Fas’a karşı açtığı savaşta yenilip zayıflayınca İspanya’nın yönetimine bile girmiş. İngiltere’nin yanında Fransa’ya karşı savaşmış. 1822’de en büyük sömürgesi Brezilya, bağımsızlığını ilan edince en büyük varlığını kaybetmiş. Bunlarla da bitmemiş. 1910’da cumhuriyet ilan edilmiş ama  istikrarsızlık devam etmiş. 1926’da ordu yönetime el koymuş ve ülkeyi 48 yıl boyunca General Franko idare etmiş. Sömürgecilikte İngiltere’yi bile gölgede bırakan ülkenin dili dünyada 200 milyon kişi tarafından konuşulmakta.



Uçağımız Porto’ya iniyor ve  bir kez daha hasret sona eriyor. Kiraladığımız arabamıza atlıyor ve Porto’daki evimize bavullarımızı bırakıp hemen atıyoruz kendimizi sokağa. Şehrin en hareketli caddelerinden Santa Catarina caddesi yürüme mesafesi. 


Azulejos kaplı bir şapel


Portekiz'de her türlü binanın dış kaplamasında kullanılan azulejos adlı seramiklerin geçmişi 13. yüzyıla dayanıyor ama yaygın olarak kullanılması Kral 1. Manuel'in Seville ziyareti sonrasından itibaren. Endülüste yer kaplaması olarak kullanılan bu seramikler Portekiz'de iç ve dış duvar kaplamasında kullanılıyor.Kullanılan ana renkler mavi ve beyaz. Bu renklerin keşifler devrini sembolize ettiği söyleniyor. 



Közde pişmiş tuzlu kestane kebap



Pastel de Nata yapan bir pastanenin vitrininden



Çikolata kap içinde meşhur vişne likörü


Porto pek çok Avrupa şehri gibi bir nehir kenarına kurulu. Biz de havayı koklayarak Douro Nehri kıyısına doğru iniyoruz. Nehrin kenarında Riberia adlı semt var. Burası köprü manzarası, nehir ve güzel teknelere bakan kafeleriyle popüler semtlerden. Şehrin 2 yakasını birbirine bağlayan I. Dom Luis Köprüsü 1886’da yapılmış 44 metre yüksekliğinde bir köprü. Üst katından tramvay geçiyor ve yayalara açık. Alt katı ise araç tarfiğine açık. Tüm şehri görmek için iyi bir nokta.






Hava karardı; karnımız zil çalıyor. Daracık bir sokakta, daracık platformlar üzerine koyulmuş küçük masalarda yiyoruz ilk akşam yemeğimizi. Zeytinyağ, zeytin ve ekmek servis ediliyor önce. Ardından balıklı patates köfteleri. Bazı bloglarda okuduğumuzun tersine bu servis edilenler ikram, emr-i vaki yapana denk gelmedik hiç. Ana yemek tabii ki ızgara sardalya. Ama dev okyanus sardalyası. Hiç de fena değil.

 











Sabah oldukça yağmurlu bir Porto sabahına uyandık. Bu kez Portonun merkezini, ara sokakları arşınlıyoruz. Claus Porto 130 yıllık bir sabun firması. Sabunların kokusu, paketleri, satış elemanları her şey harika. Ama sabunlar felaket pahalı. 



Harika bir sonbahar manzarasına denk geldik



Portekiz okyanusa bakan geniş sahilleriyle dalga sörfüne elverişli bir nokta. Porto’nun da böyle bir sahili var. Merkezden arabayla 4 km ötedeki Foz’a gidiyoruz. Kumsalda denizdeki eşlerinden kötü haber almış denizci eşlerini gösteren harika bir heykel var.  














Derken ne görelim, yağmur ve rüzgardan bizim gözümüzü açmakta zorlandığımız kumsalda denize doğru koşan sörfçüler var. Dahası deniz, sörfçü dolu.






Biz ise kendimizi kumsaldaki bir kafeye atıyoruz. İçeride ateş yanıyor, güzel bir müzik ve vinho verde var. Çılgın sörfçüleri seyretmek için harika bir nokta.













Tembel bir akşamüstü sonrası Porto’nun merkezindeki dünyanın en güzel kitapçılarından sayılan Livraria Lello’ya gidiyoruz. 1906 yılında açılmış olan bu görkemli kitapçı dükkanı orijinal mimarisini koruyor. Tavanı Latince “Çalışmak onurludur.” yazan vitrayla kaplı. Ahşaptan oyulmuş görünen duvar süslemeleri alçıdan ve masalsı bir merdiveni var. Üstelik kitap alırsanız, giriş ücretini geri alıyorsunuz.


Porto’dan ayrılacağımız gün, Portekiz’e yaraşır güneşli bir sabaha uyanıyoruz. Bu kez Nehrin karşı kıyısındaki Gaia bölgesindeyiz. Nehirde buraya özgü tekneler, nehir kıyısında el sanatları ve hediyelikler satan tezgahlar ve ünlü Porto şarabının yapıldığı ve satıldığı mahzenler. 


 Şaraphane turu gereksiz yere pahalı olduğundan, Porto şarabını  bir büfeden alıp tatmayı yeğledik. 
Porto şarabı adını dünyaya doğru yola çıktığı bu limandan alıyor. Oysa üzümler ülkenin kuzeyindeki bağlardan ve bu bağlarda 65 kırmızı, 20 beyaz üzüm çeşidi var.  Bu üzümler şaraphanede değil bağda karışıyor. Porto şarabının tek numarası da bu değil. 1678’de İngilizler sevdikleri Fransız şaraplarına politik sebeplerle konulan ambargodan sebep, Portekiz şaraplarına yöneliyorlar. Ancak Portekiz şarabının İngiltere’ye olan yolculuğunda dayanabilmesi için brendi ekleniyor. Dolayısıyla ortaya tatlı bir şarap çıkıyor.


AVEİRO

Porto’ya veda edip 75 km ötedeki Portekiz’in Venediği olarak ünlenmiş Aveiro’ya gidiyoruz. Ama önce Aveiro’nun sayfiyesi Costa Nova do Prado’ya uğruyoruz. Merkeze 13 km öteki bu sahil kasabası çizgili evleriyle ünlü. Eskiden balıkçı kulübesi olan bu ahşap evlerin renkli ve çizgili olmasının sebebi denizden kolayca görülebilir olmaları içinmiş. Şimdi ise tatil evi olarak kullanılıyorlar ama mevsim icabı ortalık bomboş. Adeta bir film platosu














Aveiro, Averio Lagününe akan bir nehrin 2 yakasına kurulmuş minik ama güzel bir şehir. Şehrin ortasından geçen nehir oldukça dar bir kanaldan akıyor, dolayısıyla nehir boyunca tur yapan teknelerden 2 yakadaki güzel evleri de yakından görme imkanı sunuyor. Tekneler Venedik’teki gondollardan aşağı kalmaz. Üstelik tekneciler tur rehberliği görevini de üstlenmiş. Bizim için Lizbon’a giden yolu bölmek için harika bir durak.








ovos moles

Portekiz’in meşhur pastane ürünlerinden olan ovos moles’i anavatanı Aveiro’da deniyoruz ama hiç bize göre bir tat olmadığına karar veriyoruz. İçi yumurta sarısı ve şekerden yapılmış macunumsu bir kıvamda, dışı ise pirinç unundan yapılmış bir kapsül. İlk olarak manastırlarda rahibeler tarafından yapılmış; şimdilerde ise pastanelerde.






















Portekiz dünyaca ünlü denizcilerin anavatanı. Gezdiğimiz tüm Portekiz şehirlerinde kaldırımlar seramik parçalarıyla döşeli ama Averio'daki kaldırımlardan Portekizlilerin denizciliğe olan aşkı çok net görülüyor.


COİMBRA

İstikamet Coimbra ama yolda önce Conimbriga Antik Kentini geziyoruz. Yerleşimin tarihöncesi çağlardan beri varolduğu şehir, MÖ 139 yılında Romalılar tarafından işgal ediliyor ve Lusitania bölgesinin başkenti oluyor. 







Zeytin, turunçgiller ve koca yemiş ağaçlarının arasından yürünerek girilen antik şehrin zemini  neredeyse tamamen mozaik kaplı. Mozaiklerin doğanın gücüne nasıl direnip de bu kadar iyi durumda kaldığını anlamak çok güç. Evlerin avluları ve odaları, şehrin meydanları  adeta taştan halılarla kaplı. 






 Bahçesinde 500 hidrolik fıskiyenin yer aldığı ve zaman zaman çalıştırılan Repuxos evi görülmeye değer.


Coimbra'ya varıp otelimize yerleşmemiz akşamı buldu. İbis otel eski şehre yürüme mesafesinde. Şehre girer girmez bizi karşılayan konserve sardalya mağazasının şıklığı bizi bizden alıyor. Sardalya burada balıktan öte bir şey:) Fiyatlar 12 avroya kadar çıkabiliyor. 








 Coimbra, üniversitesi ve kendine özgü fado tarzıyla ünlü. Üniversite şehrin yüksek bir noktasında. Yolda fado yapmada kullanılan 12 telli gitarla kadın figürünün karışımı hoş bir heykel görüyoruz. Coimbra’da fadonun Lizbon fadosundan farkları hayli ilginç:
*Lizbon fadosu denizciler ve hayat kadınları arasında başlamışken, Coimbra fadosunun üniversiteyle bağları vardır ve bu yüzdendir ki günümüzde bile fadistler ve müzisyenler akademisyenlerin giydiği siyah pelerin, tayt ve kep giyerler.
*Lizbon fadosu işçi sınıfına hitap ederken, Coimbra fadosu daha ayrıcalıklı bir sınıfa hitap eder.
*Lizbon fadosundan farklı olarak Coimbra fadosu sadece erkekler tarafından söylenir.
*Coimbra fadosu gündelik hayatın zorluklarına umutla yaklaşırken, Lizbon fadosu benzeri zorluklara teslim olmaktan söz eder.
*Lizbon fadosu emprovize, Coimbra fadosu önceden prova edilerek söylenir.


Coimbra Üniversitesi 13. Yüzyılda Avrupa’da açılmış 15 üniversiteden biri. 1290 yılında kraliyet sarayı olarak kullanılmış alanda faaliyete geçmiş. Ama üniversiteyle ilgili en ilginç detaylar öğrencilerin giydiği pelerinler ve üniversitenin kütüphanesi bence.

Coimbra Üniversitesi öğrencilerinden
Pelerinleri giyebilmek için, 1. sınıftan itibaren belli gelenekleri ve görevleri tamamlamak gerekiyormuş. J. K. Rowling Harry Potter'daki  pelerinleri bu üniversitenin geleneğinden esinlenmiş.

Barok tarzda yapılmış olan 1537 tarihli Joanina Kütüphanesi ulusal anıtlardan ve internet sitesinde öğlen tatili saati net olmadığı için biz ne yazık ki ziyaret edemedik ama öyle ilginç detaylar var ki paylaşmadan edemedim. 130 kadar el yazması yanı sıra Portekiz'de basılan her eserin bir kopyasının bulunduğu kütüphanenin sıcaklığının 18-20 derece arasında tutulabilmesi 2 metre kalınlığındaki duvarlarından sebep. Kitap rafları ve masalar böcek ve kurtlara dayanıklılığıyla bilinen meşe ağacından yapılmış. Akşamları kütüphanenin içinde serbestçe uçmalarına izin verilen yarasalar da haşere kontrolüne yardımcı oluyor. Masa ve iskemleler, yarasalardan zarar görmesin diye deri kılıflarla kapatılıyor. 


Biblioteca Joanina


Coimbra gezimizi sonlandırıp Lizbon'a doğru yola çıkıyoruz ama yolumuzun üstündeki, sırlarıyla ünlü Fatima adlı kasabaya uğrayacağız. 



FATİMA


Hikaye 1917 yılında 3 küçük çoban çocuğun, koyun otlatırken bir ağaca yıldırım düşmesine tanıklık etmeleri ve ardından da ağacın üzerinde belirmiş, eli tespihli Meryem Ana'ya benzeyen bir kadın figürü gördüklerini söylemeleriyle başlıyor. Bu figürü Ekim ayına dek her ayın 13'ünde görüyorlar ve kadının kendilerine 3 sır verdiğini de bildiriyorlar. Hikaye hem halktan hem de duyan din adamlarından yeterli ilgiyi buluyor tabii ki hemen. Hatta Katolik camiası da haberdar oluyor ve sırlar Vatikan'a iletiliyor ve orada bir zarf içinde saklanıyor. 1. sır 2. Dünya Savaşı, 2. sır SSCB'nin dağılması ve 3. sır ise bir Papa'ya suikast girişimi imiş. Papa 2. Jean Paul, M Ali Ağca tarafından öldürülmek istendiğinde bunun 3. sır sır olduğuna inanılmış ve kurşun buradaki kilisedeki Meryem Ana heykelinin tacı içinde saklanıyormuş. 1917 Ekim ayında Fatima'da bu mucizeye tanıklık etmek isteyen 80 bin civarında insan toplanıyor. Aksi gibi bardaktan boşanırcasına bir yağmur var. Yağmurun birden durması ve bulutların dağılmasıyla güneş çıkıyor ve sağa sola titremeye başlıyor. 12 dakika sürdüğü söylenen güneşin bu dansı zaman zaman havai fişek patlamasını andıran bir hale bile dönüşüyor. Bu olaydan sonra Fatima, her 13 Ekimde inananların ziyaret ettiği bir mekana dönüşüyor. Küçük bir kilise ve bolca zeytin ağacının olduğu bu kasaba, doğruluğu Portekiz hükümeti tarafından desteklenmese de bu efsaneden oldukça nemalanıyor belli ki. Bizler için ise, hoş bir masal tadı kaldı ağzımızda. "İnanmak görmektir" lafını da hatırlatmadı değil:)
Ver elini Lizbon...

LİZBON

Lizbon'daki ilk gün ilk keşif noktası Cabo da Roca Burnu, Avrupa kıtasının Atlas Okyanusu ile buluştuğu ilk nokta. 5.500km’lik düz bir mesafe ile Avrupa kıtası ile Kuzey Amerika arasında en yakın yer. Romalılar toprağın bittiği yer diye adlandırmışlar. Deniz seviyesinden 140m.yükseklikte
.

Ortadaki taştan yapılmış Cabo da Roca isimli anıtın üzerinde Portekizlilerin ünlü şairi Luis de Camoes’in “Karanın bitip denizin başladığı yer” diye yazan mısralar var.





Fener dünya gemiciliği için en önemli fenerlerden biri, civardan geçenler için Avrupa kıtasından ayrılışı ya da Avrupa kıtasına varışı temsil ediyor.

SİNTRA
Quinta da Regaleira, Sintra kasabasındaki etkileyici yapılardan sadece bir tanesi. 4 hektarlık bir araziye inşa edilmiş 5 katlı bu malikane kadar bahçesindeki yürüyüş yolları, her an karşınıza çıkan gizli geçitler, havuzlar, bin bir çeşit bitki, ağaç ve çiçek de unutulmaz. 
1904 yılında zengin bir işadamının yaptırdığı malikanenin inşası 6 yıl sürmüş. İşadamının ölümü sebebiyle malikane başka bir aileye geçmiş ve 1987 yılına dek aynı ailede kalmış. 1987 yılında Japon bir iş adamı burayı satın alıyor ama Portekiz hükümeti 1997'de ulusal bir anıt olduğu gerekçesiyle geri alıyor ve 1998'de halkın ziyaretine açıyor.



Ters Kule malikanenin ilgi çekici noktalarından. Yerin dibine doğru inen bir kule ya da bir kuyu gibi. 27 metre aşağıda tüm arazinin altını dolaşan bir tünele geçiş var. Tüm bu detaylar insana, "su gibi para harcamak" deyimini hatırlatıyor. Ancak bazı kaynaklar bu detayları, malikanenin sahibinin mistik ideolojileriyle ilişkilendiriyor. 

ters kule












BELEM
1515 yılında ünlü kaşif Vasco De Gama anısına inşa edilmeye başlanan kule  Targus Nehri'ni korumak üzere nehrin ortasında yapılmışken büyük deprem sonrası nehir yatağının değişmesiyle deniz kıyısında kalmış. Bir süre hapishane olarak da kullanılmış olan 4 katlı binaya çıkmak yerine önünde fiyakalı bir gezenti selfisi çekmeyi tercih ettik:)

Belem Kulesi


Jeronimos Manastırı

Belem bölgesinin önemli noktalarından bir diğeri Jeronimos Manastırı. Yapımına 1501 yılında başlanan ve 100 yılda tamamlanan manastırın inşasında ilk 70 yıl, baharat ticaretinden kazanılan 70 kg altın harcanmış.








Bu görkemli manastır Vasco De Gama'nın önderliğini yaptığı baharat ticareti sayesinde yapılır da ünlü kaşifin lahiti burada olmaz mı? Tabii ki olur:)


Vasco De Gama

Bu da ünlü Portekizli şair  Fernando Pesoa'nın lahiti.




Manastırın hemen yakınında Belem Pastanesi var. Küçük bir dükkan görünümlü ancak zamanla arkada kalan mekanların da katılmasıyla labirente dönüşmüş dev bir pastane burası. Büyüklüğünü anlayışla karşılıyor insan çünkü Lizbon'a gelip de Belem turtasını yemeyene adam demiyorlar:) Pastel de nata, Portekiz'in her yerinde var ama en hası buradaki ve bu pastanenin şubesi yok. Tarifini sadece 5 kişinin bildiği turtanın manastıra yakınlığı bir tesadüf değil. 1820'deki devrim sonrası manastırlar kapatılınca, bazı rahipler manastırın hemen yakınındaki şeker kamışı rafinerisine bağlı çalışan küçük dükkanda bu turtalardan yapıp satmaya başlamışlar. 


Pastel de Nata

Bana sorarsanız Belem turtası tarifinin çok gizlenesi bir şey değil. Altında milföy hamuru üstünde de az tatlı krema-muhallebi kıvamında yumuşak bir dolgu var. Biz laz böreğine çok benzettik. Yani o tarif bizde zaten var:)

Lizbon'daki büyülelçiliğimizde 1983 yılında yaşanan terörist saldırı sonucu hayatını kaybeden diplomatımızın eşi ve portekizli polis memurunun anısına yapılmış olan anıtı ziyaret etmeden olmazdı. Belem'den ayrılıp Lizbon'daki tüm elçiliklerin bulunduğu semte vardığımızda içimizi acıtan önünde polis bekleyen tek elçiliğin bizimkisi olmasıydı. Saldırı olması durumunda sinagogda ibadet için gelenlerin kullanması için Neva Şalom sinagogunun sandalyelerinin altında bulundurulan kaskları görmek gibi can acıtıcı...

Keşke bu güzel seramikler ülkesine, ülkemin güzel çinileri başka bir sebeple gelseydi. Nazım'ın dizeleri bir barış anıtının duvarını süsleseydi. Eli kanlı hiç bir mücadelenin affedilir bir yanı olmadığını bir kez daha konuştuk; şehitlere saygımızı sunduk. Gözlerimiz nemli; ayrıldık elçiliğimizden.







Lizbon'daki son akşamımız bu... Mercatosuz gezi olmaz. Lizbon'un ünlü Mercado da Ribeira sondan bir önceki durağımız. İspanya ve Fransa'dakilerden oldukça farklı. Kapalı pazar yerinin merkezdeki en büyük alanını yemek satan stantlar oluşturuyor. Hafif bir müzik çalıyor. Dev bir yemek alanı. Sebze meyve satan stantlar arkada. 





Lizbon'daki son durağımız Alfama. 1755 depreminde Lizbon'da yıkılmayan tek bölge. Ancak şu an da oldukça yıkık dökük, bakımsız görünümlü bir semt. Fazlasıyla turistik. Fadonun dinlenmesi gereken yer diye duymuş olduğumuz halde bizim fado deneyimimiz pek hatırlanır olmayacak sanırım. Ama Portekiz'e fadoyla veda etmek yine de iyi fikir:) Eveeeet, Portekiz'den bu kadar. Kim bilir bir sonraki gezenti keşfi nereye olacak?

İlginç çünkü:
*sardalyalar kocaman; üstelik ayıklanmadan pişirilip servis ediliyor.
*tüm şehirlerde kaldırımlar mozaik benzeri bir işçilikle döşenmiş.
*iç bakla, tuzlu suda salamura edilmiş olarak ya da yağlı ve tuzlu çerez olarak satılıyor.
*zeytinler tadı bizim zeytinlerin tadına oldukça benziyor.
*Binaların dış duvarları ağırlıklı olarak mavi-beyaz seramiklerle kaplı.
*bizim sadece şarap şişesinde kullanıldığını zannettiğimiz mantar Portekiz'de deri gibi giysi, ayakkabı, çanta ve her tür hediyelik eşya yapımında kullanılıyor. Portekiz dünyadaki meşe mantarının %70'ini yetiştiren ülke. Mantar suya dayanıklı, doğal ve güçlü bir malzeme olmasıyla pek çok yerde kullanılabiliyor.
*sokakta satılan kestane kebap, külde ve tuzlu pişiriliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İSVİÇRE

Yine bir Avrupa ülkesi ama işin içinde dağlar, göller, peynir ve çikolata var dedik ve çıktık yola. Bugün İsviçre olarak bilinen Helvetia&...